29 Kasım 2017 Çarşamba

Ben siyasetçinin akıllı olanını severim

Ben siyasetçinin akıllı olanını severim...
Kemal Atatürk
Böyle söylemiş Cumhuriyetin kurucusu, ne güzel söylemiş değil mi, günümüz siyasetçileri için "cuk" diye oturan bir söz!
Durun şimdi hemen araştırmaya başlamayın Atatürk böyle bir söz söylemiş mi, söylememiş mi diye, itiraf ediyorum, ben söyledim!
Yıl 2017 ve geldiğimiz noktaya bakar mısınız, bundan 20 yıl kadar önce de aynı noktada tartışmalar, farklı konularda zıtlaşmalar ve kutuplaşmalar vardı bu ülkede, hala devam ediliyor!
Peki gelinen yer neresi derseniz, ne gelinen bir yer var, ne hedef var, ne amaç var, ne de bunun için bir çalışma var. Sözde yapılan icraatlara baktığımız zaman vatandaşı direk olarak etkileyen zamlar haricinde hiç bir şey göremiyoruz!
Yani bu ülkenin en gerçek yanı, vatandaşına yüklenen yükün gittikçe ağırlaştırılması dışında net bir çalışma ve üretim şekli yok!
Bundan 20 yıl önce, kiracılar kiralarını ödemekte zorlanıyordu, hala zorlanıyor!
Bundan 20 yıl önce, akaryakıt zamları konuşuluyordu, hala aynı!
Bundan 20 yıl önce, çoğunluk geçinemiyordu, hala geçinemiyor!
Bundan 20 yıl önce, bir çoğu eyvah tüp bitti diyordu, yine demeye devam ediyor!
Bundan 20 yıl önce, kış geldiğinde gariban donuyordu, üşümeye devam ediyor!
Bundan 20 yıl önce, araç fiyatları Avrupanın 10 katıydı,hala öyle sayılır!
Bundan 20 yıl önce, sebze meyve fiyatları kış gelince tavan yapardı, yine maşallahı var!
Bundan 20 yıl önce, evlenecek gençler bir ton borç yapardı, evliliğin en güzel yıllarını borç ödemeye çalışmakla kaybederdi, hala aynı!
Bundan 20 yıl önce, öğretmen geçinmekte zorlanır ek iş yapardı, hala aynı!
Bundan 20 yıl önce, memur geçinmek için kırk takla atardı, hala aynı!
Bundan 20 yıl önce, esnaf inim inim inletilir, canından bezer idi, değişen bir şey yok!
Bundan 20 yıl önce, sorma öde vergileri vardı, yine var!
Bundan 20 yıl önce, elektrikler kesilir, yollar kapanırdı, hala kesiliyor, hala ilk karda yollar kapanıyor!
Bundan 20 yıl önce, Dünyanın adam yerine koyulmayan vatandaş sınıfındaydık, hala bir itibarımız yok!
Bundan 20 yıl önce, siyasiler bıyık altından gülümser, hayatın tadını çıkarırdı, hala aynı!
Bundan 20 yıl önce, döviz alır başını giderdi, hala dolu dizgin ilerliyor!
Bundan 20 yıl önce, yılbaşı gelirken vatandaş titrer kendine gelemezdi, hala aynı yılbaşı zamlarını tedirginlikle beklemekte!
Bundan 20 yıl önce, vatandaşın çektiklerini görmeyen siyasiler, hala tahta gözlükle dolaşıyorlar!
Bazı şeyler değişti elbette...
Mesela bundan 20 yıl önce üç beş dost oturup doyasıya çay içilir, bardaklar dolar boşalırdı, şimdi kimse görmeden bir bardak çay içsem diyen, vatandaşlar var atık! Çünkü en kötü çay 1 TL beş arkadaş birer bardak içtin 5 TL ikişer bardak içtin 10 TL üçer dörder içerseniz maazallah çoğumuz evin yolunu bulamayabiliriz!
Bu saydığım negatif maddeler belki binlerce satırla içleri doldurulabilir ama pozitif olarak yazabileceğim bir şey ben bulamadım ve hatırlamıyorum siz bulursanız alta yazın da ben de öğreneyim!

24 Kasım 2017 Cuma

Şehitlik / Nur Yerlitaş

"Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı."

Böyledir bu ülkenin vatan, millet ve ülke sevdası!

Kuruluşumuzdan bu yana tüm padişahlar ve sonrasında Mustafa Kemal Atatürk tarafından, bu ülkenin en değişmez yanı, vatan toprakları için can verilerek ortaya koyulan mücadele ve yürekten inanıştır bizleri bir arada tutan...

Kurtuluş savaşı yapmışız, başımızda Ata'mız durmuş, tüm dünya kudurmuş, üstümüze saldırmış, ölmek var, dönmek yok emrine uymuşuz!

O yüzdendir ki, nerede bir şehit versek, yüreğinde vatan sevgisi olan ve vatan sevdası ile kavrulan yürekler acı duyar, şehidin ateşi kalplerimizde yanar! Belki sesimiz çıkmaz çoğu zaman, dillendirmeyiz acılarımızı ama emin olun vatana olan sevgi ve sadakatimiz su götürmez!

Vatan namustur bizim için! 

O yüzdendir ki, bizim bayrağımız da, toprağımızda son derece değerlidir, dünyada gözünü kırpmadan, hiç bir hesap kitap yapmadan vatanı için can veren ender toplumlardan birisiyiz, belki de birincisiyiz!

Anadolu koymuşuz yaşadığımız bu toprakların adını. Bir zamanlar, yedi düvele kafa tutan, topraklarının ve sınırlarının ucu bucağı belli olmayan bu toplumun gidecek başka bir yeri, başka bir yurdu, başka bir toprağı kalmamıştır!

Topraklarımız kırpılarak, küçültülerek Anadolu dediğimiz, evimiz, ocağımız, beşiğimiz ancak bizim sığabileceğimiz bir alan olarak kalmıştır avuçlarımızda! Bizden gayrısı bu topraklara sığamaz, ancak bize yeter, ancak bizim dilimizden anlar bu topraklar.

Kürdü, çerkezi, alevisi, sunnisi, ermenisi, lazı, çıtağı ve dahası, evimiz bellemişiz bu güzel yurdu! Gidecek tek bir yerimiz bile kalmamış bizim!

Elimizden almaya kalkan, bizi ayırmaya çalışan kim olursa, yeri gelmiş kartal olmuşuz, aslan olmuşuz, yiğit olmuşuz, can vermişiz, can almışız!

Neler görmüş bu Anadolu, ne ihanetler yaşamış, ne satılmışlar karışmış aramıza ama hiç birisine pabuç bırakmamışız "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur" demiş büyüğümüz!

İnanmışız, ölmüşüz, her öldüğümüzde yeniden doğmuşuz, her zaman, her şartta bir olmuşuz! Etle tırnak gibiyiz, ne ayrıştırmalara boyun eğmiş gerçek vatan severler, ne de bölünmelere!

Hoş görülü olmayı öğrenmişiz Mevlana'dan, Yunus'tan, Hacı Bektaş-ı Veli'den ve daha nelerinden!

Şimdilerde ortaya çıkan soytarılar da vardır bu topraklar üzerinde bazen adı Nur Yerlitaş olmuş, bazen bilmem ne!

Sorun değil, bunun gibiler de karışır Anadolu'nun kara toprağına bir gün ve hiç biri akılda kalmaz!

Bazen on dört yaşında Eren'dir adımız, bazen Mehmet, bazen Aykut, adımız ne olursa olsun, hiç bir şehit unutulmaz!

Düttürü dünya parolasıyla yaşayanlar, hiç de umurumuzda olmaz! 

Tek bildiği suratına yakışmayan bir kahkaha atmak ve suratını ekşitmek olan bu zatı muhterem hanım efendi de işte son örneğimiz! 

Bir sokak köpeğimiz kadar bile sahip çıkamaz bunlar, ne ülke toprağına, ne bayrağına, ciğerleri beş para etmez çünkü, kanı da bozuktur, soyu da! 

Anlatmaya gerek yok, bunun gibisini, vatan, millet, bayrak, toprak ne demek anlamaz!

22 Kasım 2017 Çarşamba

Avjin / Bir öğretmenin anısı

Yetmişli yılların sonu seksenlerin başı sayılır, yirmi dört yaşımdayım, yedek subay olarak eğitim aldım Ankara'da, aylardan Şubat öyle bir ayaz ki anlatamam, tek kelimeyle donuyorum. Soğuktan şikayet eden sen misin, yeni görev yerin Van dediler, onlar Van dedi ben içimden dondum dedim!

Kısa bir iznin ardından, tren yoluyla ulaştım Van'a, tabi soğuk dışında bazı hayallerim de var o zamanlar, Van Gölü'nü göreceğim, oraları keşfedeceğim son model fotoğraf makinemle resimler çekeceğim. İyi sayılabilecek bir makinem var ve ben bir fotoğraf canavarıyım, kazancımın bir çok kısmını çektiğim fotoğrafların masrafları için harcayacak kadar da deli...

Annem babam az kızmadılar zamanında bu merakımın başıma iş açacağına dair, öyle ki o dönemde fotoğraf çekilmekten sıkılan kim var derseniz annem ve babam diyebilirim.

Van'da ilk bir kaç gün görev aldığım askerlik şubesinde keyfim yerinde sayılırdı, en azından sıcacık bir odada verilen görevi yerine getiriyor, canım sıkıldıkça çıkıp sağda solda beğendiğim anların resimlerini çekiyordum. Komutan ilk haftanın sonunda bir sabah geldiğinde, sen öğretmen değil misin, diye sordu, ben de evet komutanım öğretmenim dedim. O zaman sana yeni bir görev yeri vereceğim, ülkenin eğitime ihtiyacı var Erciş ilçesinde göreve yollayacağım, gider misin, dedi, emir gelmiş hayır denir mi?

Bu benim için iyi bir fırsattı, askerliği, ne yalan söyleyeyim sevememiştim çok fazla, en azından bana göre değildi, üstelik askeri görevli de olsam, sivil çalışabilecek oluşum bu işin en güzel yanıydı.

Ertesi gün beni aldılar uzunca bir yolculuk sonunda ulaştık Erciş merkezine, sonrasında Gedikdibi köyüne geçeceğimizi öğrendim, vatanın her yeri kutsaldı benim için, bu düşünceler içinde vardım görev yerime, muhtar karşıladı sağ olsun.

Hoş sohbet bir adam, elbette lehçesi ve bozuk Türkçesi ile benim ilgimi çeken bir kişilik. Bir kaç bardak çay içtikten sonra, haydi dedim okulu görelim muhtarım merak ediyorum dedim, neyini merak ediyorsun, okul işte tam karşımızda deyince, o soğuk havada ısınamayan ben alev gibi olduğumu hissettim...

Ben önce şaka sanmıştım ama gerçekten de okul tam karşımızda duran virane, bina demeyelim de virane alanmış! Ben de yardım ederim sana, çağırırız köylüyü el atarız dedi, geçtik tahta kapılı bahçeden, ortalık çamur durumda, ilerledik girişe doğru, kapıya benzemeyen bir ahşap birikintisini de aralayarak daldık içeriye, o da ne, bu bir inek mi, evet bu bildiğimiz inek! Okul diye girdiğimiz yeri, muhtarın damadı ahır olarak kullanıyormuş meğer!

O gün ve önümüzdeki dört beş gün okulu kendimizce toplamaya, düzeltmeye çalışmakla geçirdik, muhtarın evinde ikamet ediyorum bu arada ve bana da bir yer ayarlanacak ama önce okulu okula benzetmeye çalışıyoruz, sonra benim kalacak yeri nasıl olursa ayarlarız diyor muhtar ben de ona güveniyorum bu konuda, zira başka güvenecek kimse de yok köyde, çünkü bir çoğu bana öcü gibi bakmaktalar!

Her şeyi ayarladıktan sonra öğrencilerimi aramakla geçti iki üç günüm, neyse ki dokuz öğrencim olduğunu da öğrenmiş oldum. Derme çatma sıralar yaptık, kapıyı düzelttik, duvarları kireç yaptık, içeriye bir soba ayarladık az da olsa adam ettik kendimizce okulumuzu.

Ne kadar genç ve asker olsam da sürekli tedirginim, çünkü her gece kurt ulumaları tüylerimi diken diken ediyor ve anlatılan kurt saldırı hikayeleri beni ürkütüyor. Köye inerlermiş gece yarıları ve önüne çıkan her şeye saldırır ne bulurlarsa yerlermiş, bir keresinde bir kadını zor almışlar ellerinden. Ben de tedbiri elden bırakmıyor, geceleri mümkün olduğunca dışarı çıkmıyorum tüm köylünün yaptığı gibi hava aydınlandığında çıkabiliyorum.

Avjin isimli bir kız öğrencim var o zamanlar, ben öğrenmeye bu kadar meraklı, kafası bu kadar çalışan bir çocuk o gün bu gündür görmedim. Geriye kalan sekiz öğrencim içinde Avjin bir başka değerli benim için. Avjin su gibi anlamına geliyormuş Kürtçede, ufak ufak Kürtçeyi de öğrenmeye çalışıyorum bu arada. Bir kaç gün sonra muhtarın evinin yakınlarındaki yine eski ve kullanılmayan iki odalı evi derledik toparladık kalabilmem için, tahtadan bir yatak alanı, eski bir soba ve bir kaç mutfak eşyasının yanında dört tavuk bir de horoz tahsis edildi tarafıma.

En azından yumurtam garanti dedim kendi kendime, zaten muhtar sağ olsun yoğurdumu, peynirimi ve ekmeğimi tedarik ediyordu, ben de tavaya yumurta kırmaktan başka yemek yapmasını bilmeyen biri olduğum için, kurulan düzen yeterliydi. Kısacası, on beş gün sonunda nihayet bir düzen kurmayı başarmıştım kendime ve öğrencilerime.

Yaklaşık bir ay kadar geçmiş, öğrencilerim bana, ben onlara, hatta bazı köylülerle bile alışma devresini atlatmış artık köy kahvesinde pişti oynayacak kadar bir çevre bile edinmiştim.

Günler yoğun bir tempoda geçiyordu, çünkü bir çok öğrencimle henüz tam olarak anlaşamıyor, anlaşmak için de bir an önce Türkçe öğrenmelerini sağlamaya çalışıyordum. En büyük yardımcım Avjin bu konuda hayli yol almış, neredeyse Türkçeyi tamamen sökmüş, diğer öğrencilerin de öğrenebilmesi için uğraş veriyordu. 

Yine aynı günlerden birinin sonunda gece başlamıştı, müthiş bir kar yağışı vardı ve kurt ulumaları her zamankinden çok daha fazla duyuluyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde sabaha karşı silah sesleri duydum, fırladım yatağımdan kapıyı açtım, bir ağıt sesi karıştı rüzgarın sesine! Neler olduğunu anlamaya çalıştım, muhtarın evimin önünden geçtiğini gördüm, seslendim, kurt saldırısı olmuş, bir çocuğa saldırmışlar diyerek yürümeye devam etti. Peşinden çıktım bir kaç yüz metre sonra göreceğim manzara ömrümce unutamayacağım bir acı olarak saplanacaktı kalbimin tam ortasına!

Aç kurtlar sabaha karşı tuvalet ihtiyacını gidermek için dışarıya çıkan Avjine saldırmışlar, sağ kolunu tamamen koparmışlar, sol kolu ve boğazını da parçalayıp atmışlardı! Annesinin feryat ve figanları ortalığı yıkıyordu, babasının da kurtların peşinden tüfeğiyle gittiğini öğrenen köylü onu aramaya çıkmışlardı. Muhtarla birlikte küçük Avjini kaldırdık yattığı beyaz karların üzerinden.

Küçük hatıralar biriktirmeyi hayal ettiğim ilk öğretmenlik günlerimin ortasına kurulan bu kocaman ve acı dolu hatıra hiç bir zaman aklımdan çıkmadı. Ne zaman kar yağsa, aklıma Avjin gelir!
























21 Kasım 2017 Salı

Rasim Ozan Kütahyalı




Her insan gibi televizyon karşısında vakit kaybediyorum! Bunu itiraf etmeliyim...
Gerçi, benim televizyon izleme saatlerim uyku moduna geçtiğim zaman dilimlerinde olur ve genelde de tekrarlanan yayınlara rastlarım. Kumanda elimde ileriye doğru gider, ikişer, üçer dakika izler, bir sonraki kanala sıçrama yaparım, yani, benim televizyon izlemem serçe kuşu misali, zıp zıptan ibaret dersem yalan olmaz...
Gecenin bir saatinde gezinirken, saat baya bir ilerlemiş olmasına rağmen, hala canlı yayın yapan programlara da rastlarım!
Bu adamların uykusu gelmez mi, evlerinde vakit geçirmezler mi, başka işleri güçleri yok mudur, cidden çok iyi para almaları lazım ki o saatlerde hala bu kanallarda sürtsünler! Biraz ağır oldu biliyorum bu kelime ama cidden içimden gelerek yazdım! Hak ettiler çünkü bunu!
Ben bu kadar seviyesi, kültürü, ahlaktan uzaklığı ile kimin ne konuştuğunun belli olmadığı bir programa daha rastlamadım. Üstelik adamlar sanki birer profesör edasında yaylanarak oturuyorlar koltuklarında! Bizim oraların meşhur bir sözü vardır "sonradan görme" derler!
Hangisinden bahsedeyim ki, hepsi aynı membadan suyunu içen beygir cinsinden!
Ama birisi var ki içlerinde, ondan bahsetmeden geçmek kendisine cidden haksızlık etmek olur...
Rasim Ozan Kütahyalı!
Konuşurken ağzından salyaları akan kuduz köpek misali bir tavrı var! Salyalarına sahip çıkamadığından olsa gerek ki, elinde peçete olmadan oturamıyor!
Kısaca tanıyalım bu arkadaşı, ben bir kaç dakikalık izlediğim bu adamın, beş para etmez bir kişiliğe sahip olduğunu ilk bakışta anlayabiliyorum! Yok, çok akıllı olduğumdan değil, kişiliği zaten ortada, buna ne giydirirseniz giydirin, ne yaparsanız yapın gizleyemezsiniz, yani mal meydandadır!
Ahlak yoksunu bir kere, oturması, konuşması, hareketleri ne kadar ahlaksız olduğunu hemen ele vermektedir. Özel sektör firmalarından yüz tanesine başvuru yapsa, tek bir tanesi bile bunu işe almaz! Bu konuda, bu kadar da iddialıyım! İşe alsalar bile, bir kaç gün sonra kapının önüne koyulacaktır, her türlü bahse girerim!
Peki böyle bir tip, ulusal yayın yapan bir kanalda, bu kadar zaman nasıl yer almış ve neden yer verilmiştir?
Birincisi, cidden bu tiplerin sohbetlerinden hoşlanan, söylediği, konuştuğu saçmalıklara içtenlikle gülebilen, aklı karışık, midesi bozuk bir izleyici kitlesi var bunu es geçmeyelim!
Buraya kadar bir yerde anlarım, derler ki, izleyeni var, sosyal medyada videoları defalarca belkide binlerce kez paylaşılıyor diyerek işi kotarabilirler...
Peki bu ülkenin başkentine onlarca yıl belediye başkanlığı yapmış bir adamın kanalında bu kadar pervasız, kişiliksiz bir kişi nasıl yer almaktadır? Bu belediye başkanı değil midir, milli duygulardan, İslam'dan dem vuran? Bu belediye başkanı değil midir, hak, hukuk zurnası çalıp duran? Gerçi onun da ipi çekildi, şapkası düştü önüne, o da ayrı bir konu...
Benim inancım şudur ki, bu tipler az değil medya dediğimiz salıncakta! Sizler de izleyip görüyor ve belki de kızıyorsunuz. Ama kişiler ne yaparlarsa yapsınlar hak etmiyorlarsa, kendi elleriyle o salıncaktan pat diye düşüyorlar!
Geçen haftalarda versinler bana beş yıllık kazancımı medyadan çekilirim gibi bir şey söylemiş ve sosyal medyada yer almıştı!
Allah öyle büyük ki, boş boğazlığı, iş bilmezliği ve kişiliksizliği onu beş kuruş almadan medyadan çıkarmaya yetti!
Boşnaklara gelince, hainlik yapmazlar, neşeli insanlardır, kolo oynamadan yapamazlar, bayramları bile bizlerden çok daha güzel yaşarlar, büyüklere saygı ve hürmet başlıca karakterleridir, misafirliğe giderken mutlaka hediye götürürler, mesela el öpmeyi ve el öptürmeyi pek sevmezler...
Yalnız sofraya oturmaktan hiç hoşlanmazlar illa ki birileri olsun isterler, yaşadıkları yeri ve vatanlarını severler ve asla ihanet etmezler, bir insanın Boşnak olduğunu yüz metre karşıdan bile anlarsınız, komşu kızı almazlar onlara kardeş gözüyle bakarlar, akraba evliliği yok denecek kadar azdır, inandıkları ve güvendikleri insanları ölümüne savunurlar, tarihlerine sahip çıkarlar, her Boşnak'ta bu özelliklerin birçoğu mevcuttur!
Nereden biliyorum tüm bunları bir Boşnak mıyım, hayır değilim, ama Boşnak akrabalarım ve tanıdıklarım var yetmez mi? Her biri ayrı birer pırlanta gibidir, değerlidir ve benim için önemlidir!
Ciğeri beş para etmez bir soytarının söyledikleri beni zerre kadar etkilemez ama onun söylediğinden incinecek tek bir Boşnak için günlerce konuşup yazabilecek kadar da Boşnaklara kefilim!
Soytarı Rasim efendiye gelince, bence hak ettiği çöplüğe gitmiştir, üstelik kendi diliyle, kendi elleriyle!
Umarım tekrar bir yerlerden hortlayıp çıkmaz da, geceleri üç kuruşluk televizyon zevkimiz var onu mahvetmez!

20 Kasım 2017 Pazartesi

İstasyondaki adam

İki damla gözyaşıydı,
Hasretin başlangıcı,
Kelepçeydi sanki yüreğime,
Kapıyı kapatırken o son bakışı...

Çekip gitti sessizce, boynunu büküp de,

Ardına bile bakmadı,
Kayboldu gözlerden bindiği trenle...

Saat on altı otuzdu,
Hissettim yokluğunu,
Buz gibiydi istasyon,
Fark ettim unutulduğumu,

Önce gözlerim doldu, sonra yüreğim,

Titredi bütün bedenim,
Ve tükendi ümitlerim...

Anladım ki bu gidişin, dönüşü yoktu,
Zaten dönmemek için, mazereti çoktu,
Kim bilir şimdi, nerelerdesin,
Sen de benim gibi, bilinmeyenlerdesin...

Kayboldum inan ki,

Aradım ama bulamıyorum,
Ne kendimi, ne de seni...

Yalnızım şimdi,
Yine aynı istasyonda,
Yüzlerce tren, binlerce insan,
Gelip geçti buradan!
Ama sen yoksun,

Yokluğunun bu on sekizinci baharı,
Hala bekliyorum,
Bilmiyorum unuttun mu?
İstasyondaki bıraktığın adamı...


Kendi sesimden dinlemek için:
https://soundcloud.com/littabe/istasyondaki-adam

Dip Not: İzmir Basmane tren garında tanıştığım bir aşk mağduru sayabileceğimiz, adamın anlattıklarından yola çıkılarak kaleme alındı, gerçek bir aşk hikayesinin kırıntıları...












Aysar'ın hikayesi

Buhranlı bir kış gecesi, sabaha karşıydı, saatler sıfır beş civarlarında ulaştılar hastaneye...

Yıl, bin dokuz yüz yetmiş beş, ambulans araçlar bile, arabadan başka her şeye benziyordu. Fakirliğin dibinin yaşandığı, yokluğun, her köşebaşında hissedildiği tarihler. O zamanlar, ülkenin durumları bu gün olduğundan bile kötüydü, en azından durumu iyi olanlar için bu günler, daha iyi günler sayılabilir...

İçeriye girdiklerinde orta yaşlı bir hemşire, hemen sağ taraftaki odaya alalım hastamızı dedi, telaşlı bir şekilde, derme çatma sedyeyle hareket ettiler tarif edilen odaya. Doktor bey diye, seslendi hemşire koridorda, durum sanırım acil, acele etseniz iyi olacak diye seslendi, koridorun en sonundaki odadan saçı sakalı beyazlamış olan birisi çıkarak kendilerine doğru adımlamaya başladı...

Neden bu kadar geç kalırlar ki diye homurdandı doktor, hastanın olduğu odaya girerken...

Bir süre sonra, hemşire kan grubunu biliyor musun eşinin diyerek başını uzattı kapıdan, evet dedi Kemal, sıfır negatif olması lazım, emin misiniz beyefendi, dediğinde, Kemal azıcık düşünüp, evet eminim dedi. Hasta bakıcılar ellerinde bir kan torbasıyla koşturarak girdiler az sonra odaya, Bahar'ın sesi bile duyulmuyordu, neler oluyordu içeride, milletin koşturmacasına Kemal'in kaygıları da eşlik edince, eli ayağı birbirine dolaşmaya başlamış, dişlerini sıkmaktan damakları ağrımaya başlamıştı.

Odanın kapısı aralıktı azıcık, görmek için oraya doğru baktığında, arkasından birisi omuzundan çekerek, çekilir misin, ayak altından dedi ve içeriye girdi, kapıyı da tamamen kapattı. Saatine baktı Kemal, yaklaşık otuz beş dakika olmuştu Bahar içeriye gireli, sımsıkı tutmuştu elini yol boyunca, gözlerine bakarak, onu çok seviyorum, unutma, demişti...

Doktor Muhsin Bey, ellili yaşlarda, konusunda uzmanlaşmış, zamanın en iyi doktorlarından birisiydi, tıp eğitimini tamamladıktan sonra, İngiltere'ye gitmiş, on beş yıl kadar oralarda hem çalışmış, hem kendini geliştirmişti, sonrasında ülkesine dönerek İstanbul'da çalışmaya başlamıştı. Çoğu insan bilmese de işi düşenlerin memnuniyetleri, kulaktan kulağa yayılmış haklı bir üne kavuşmuştu. Bu yüzden de biraz egosu yüksek sayılabilecek ama alçak gönüllüğünü de muhafaza etmeye çalışan bir kişiliğe sahipti...

Kemal yerinde duramıyor, dakikalar ilerledikçe biraz daha endişeleniyordu. Kimse neden bir şey söylemiyordu, durumu nasıldı Bahar'ın, kimselere haber verememiş olması da ayrı bir dertti, bir telefon edebilseydi, belki rahatlardı ama sabahın bu erken saatinde, neredeyse, herkes odaya girmiş, etrafta kimse kalmamış gibiydi. Girişte duran bekçiyle göz göze geldiler, telefon dedi, bir telefon edebilir miyiz?

Bekçi sigarasından derin bir duman daha çekti, adın ne senin delikanlı, Kemal dedi, gel hele bu tarafa, arayalım, dedi.

Kemal kayın validesini aradı, hastaneye geldiklerini, eve uğrayıp bir kaç kıyafet alarak gelmelerini söyledi, hatta gerek yok, siz gelin yeter, dedi. Zaman sanki durmuş, her dakika bir saat dilimi gibi ilerliyordu ve odadan hala dışarıya çıkıp da Bahar'ın durumu hakkında tek kelime eden olmamıştı. Kaygıları artmaya devam ederken, bekçinin uzattığı sigarayı alıp yaktı. Bekçi, endişelenme Muhsin doktor çok iyi bir doktordur, inşallah hayırlı haberlerle çıkarlar odadan, dedi...

Bir kaç dakika sonra kendilerini karşılayan hemşire kucağında minik bir bebek ve koridoru çınlatan ağlama sesiyle, arkasından doktor Muhsin ve bir hasta bakıcı daha dışarı çıktılar...

Doktor Muhsin, bir kaç dakika göre bilirsin, durumu hala ciddiyetini koruyor, bebek iyi dedi...

Hemşire kucağında ağlayan bebek, buyurun diyerek, odanın kapısını araladığında Kemal yatağın içinde sapsarı kesilmiş olan eşi Baharı görebildi, yanına doğru ilerledi hızlıca, elinden tuttu, gözlerinden ne kadar acı çektiğini anlaması hiçte zor değildi. Kolay mı, son on yıl birlikte geçmiş, acı tatlı neler paylaşmışlardı,neler...

Her sabah kahvaltısında o çok sevdikleri çayın, hep son bardağı kalırdı Bahara, belki de öyle olmasını isterdi. Hadi yine iyiyim, Abdurrahman Paşa çayı bana kaldı der gülümserdi, demliğe ekler suyu, paşa çayı içerdi keyifle.

Her daim fedakardı eşine karşı bu kadın, yoksa yok, canını sıkma diyerek desteğini esirgemez, evliliğin ne olduğunu çok iyi bilenler gibi davranırdı, olgun ve cefakar...

Kemal, eşinin yaptığı birçok fedakarlık karşısında bazen şaşırmaktan geri kalmazdı ama bilirdi kendisine olan aşkının, her şeyi örttüğünü ve karşılıklı duygularla bezendiğini. 


Bahar, bebeğim, dedi, o nerede? Kemal yeni kendine gelmeye çalışan uykudan uyanmış bir adam gibi, sağına soluna bakındı, sonra, hemşire, dedi, hemşire götürdü onu gelir şimdi, sen nasılsın, iyi misin, dediğinde Bahar boş ver beni, bebeğimi getir bana, dedi.

Kemal hızlıca kalktı yerinden, kapıya yöneldi, bebeğimiz, dedi, koridorda belgeleri doldurmakla meşgul olan hemşireye, eşim bebeğimizi görmek istiyor, getireceğim şimdi, siz de artık hastayı meşgul etmeyin dilerseniz dışarıda bekleyin, diye ekledi...

Kemal tekrar odaya girdiğinde Bahar kendinden geçmiş bir şekilde, küçücük kalmıştı yatağın içinde, hemen koştu yanına, aşkım iyi misin dedi, Bahar göz kapaklarını zoraki aralayabildi, ona iyi bak, dedi ve başı sağa düştü. Kemal tüm hastaneyi ayağa kaldıracak kadar yüksek sesle bağırdı, doktor bey, hemşire hanım koşun lütfen, diye haykırdı.

Hemşire içeriye girerek Bahar'ın bileğine dokundu, nabız atıyor merak etmeyin diyerek bir çığlıkta o attı doktor bey diye bağırdı, Muhsin koşarak girdi içeriye, lütfen dışarı çıkar mısınız, dedi Kemale...

Kemalin gözleri dolmuştu, hayır dedi, şimdi değil, daha zamanı var beni yalnız bırakma diye mırıldandı, kayın validesi ve eşi göründü hastane girişinde, koşarak geldiler Kemalin yanına, durumunu sorduklarında Kemal artık göz yaşlarını tutamıyor, kendine hakim olamıyordu. Tüm vücudu titremeye başlamış, kendine hakim olamıyordu, hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir kaç dakika geçmişti ki, doktor dışarıya çıktı, ağlamakta olan Kemale, başın sağ olsun, dedi...

Dünya durmuştu, doğan güneş keşke hiç doğmasaydı, saat hiç hastaneye geldikleri zamana ulaşmasaydı, bu çocuk keşke hiç olmasaydı! En çok sevdiğini, tek kıymetlisini elinden almıştı, katil diye bağırdı Kemal, bu çocuk bir katil diye tekrarladı...

Dizlerinin üstüne düşmüş olan Kemali teselli etmeye çalışan kayın validesi ve kayın pederi de hıçkırıklara boğularak ağlamaya başlayınca, hastane koridorunu bir hüzün bulutu kaplayıverdi, hasta bakıcılar ve hemşirenin yardımıyla Kemali yan odaya alabildiler...

Kemal kendine geldiğinde etrafında kimsecikler yoktu, zoraki doğruldu yattığı yerden. Ölünceye kadar ayrılmak yok demişlerdi, ilk günlerinde ve işte çekip gitmişti sevdiği. Doktorların riskli bulmalarına rağmen, çocuk sahibi olmak için canını ortaya atan Bahar, sonunda korkulan sonu yaşamıştı. Yıkılmıştı Kemal, dünya artık tersine dönmeye başlamış, bu ağır yükü kaldıramayacak durumda bir psikolojiye bürünmüştü.

Koridora çıktı, Baharın yattığı odaya gitti, yoktu yerinde, ardını döndüğünde Halil ile karşılaştı. Halil Kemalin çocukluk arkadaşı ve her anında yanında olmaya çalışan sıkı dostuydu. Sarıldılar sımsıkı, her şey düzelir diye, teselli etti Kemali ama hiç bir şeyin düzeleceğine inanmayan bir Kemal vardı karşısında...

Defin işlemleri bitmiş Bahar ebedi yolculuğuna uğurlanmıştı. Kemal hala daha Baharın ona emanet ettiği biricik yavrusunu görmemişti, onun hakkında tek şey kulaklarında çınlayan ilk çığlığıydı ve ne zaman aklına gelse Baharın öldüğü anı yaşıyordu! Duramazdı artık buralarda, yaşayamazdı onun kokusunun olduğu odalarda, evin her köşesinde izi vardı. Kemal ağır bir depresyon yaşıyordu ama kimse bunun farkında değildi! Herkes bir şekilde teselli vermeye çalıştıkça, o daha da çok kaybediyordu kendini. Uzunca bir mektup yazdı, döktü içinde ne varsa, altına da beni aramayın diyerek bir not yazıp, çıktı evden...


En güzel kıyafetlerini sıraladı yatağının üstüne, önce duşunu aldı, sonra uzunca bir zaman saçlarıyla uğraştı, makyaj da yapmalıydı, saatine baktı zaman daralıyordu. Makyajını tamamlayarak kıyafet seçimine geçti, kırmızı boydan bir elbisesi vardı ne zaman elbise tercihi yapacak olsa bunu seçerdi zaten, yine aynını yaptı...

Apartman çıkışı, direk caddeye bakıyordu, merdivenlerden aşağıya indi, girişteki aynada son kez kendine baktı, kapıcı Hacer'in övgülerine de mazhar olarak sokağa çıktı.

Bir kez daha saatine baktı, çok şükür geç kalmadım dedi, oldum olası sevmediği topuklu ayakkabıları tercih etmesi de rahatsız ediyordu kendisini, bir an durakladı ve hızlı adımlarla tekrar apartmana yöneldi. Hızlı adımlarla tırmandı merdivenleri, kapıyı açtığı gibi topuklu ayakkabılarını çıkarıp, düz spor olanlardan birisini geçirdi ayağına. Ayakkabı takıntısı olduğu için mi, yoksa biraz modaya düşkün bir yanı olduğundan mıdır, bilinmez, bir düzine ayakkabısı vardı...

Tekrar merdivenlerden aşağı indi ve dışarıya çıktı. Heyecanlı olması gayet normaldi, hangi insan sakin olabilirdi ki, onda da fazlasıyla mevcuttu bu zaman diliminde.

Hızlı adımlarla yürüdü caddenin köşesine kadar, az ileride park ettiği aracına ulaştığında sol tekerin patlamış ve dibe kadar çökmüş olduğunu görünce, istemsizce Allah kahretsin, dedi.

Aysar yirmi sekiz yaşında, güzelliği ve zarafetiyle etrafında yaşayan herkesin hayranlığını üzerinde toplayan, zeki, başarılı ve çalışkan bir genç kızdı. Babaannesi, anneannesi ve dedeleri tarafından büyütülen, annesi onu doğururken vefat ettiği için kendisiyle bir kez bile karşılaşamadığı bir babaya sahip olan ama ona karşı sevgisi dağlar kadar büyük olan, kalabalıkların içinde yalnız yaşayan bir genç kız...

Kemal uzun zaman önce terk ettiği ülkesine dönüyordu, sadece dönmekle kalmıyor, doğduğu günden bu yana nefret ettiği kızıyla buluşacaktı. Ömrünün belki de son günlerini yaşıyordu, alkol ve sigaranın vücuduna verdiği tahribatlar sonucu, bir kaç ağır hastalığı taşıyan bir vücuda sahipti ve artık iflas sirenleri çalıyordu. Belki de içinde sızlayıp duran bir evlat acısı onu bu kararı vermeye zorlamıştı. Her ne kadar nefret ettiğini söylese, görmese de, kızına her daim maddi olarak yardımını esirgememiş gereken ne varsa yapmış eğitimini en iyi şekilde alması için desteğini esirgememişti...

Aysar hava limanına ulaştığında saatine baktı, taksicinin ağır tavırları yüzünden geç kalmıştı işte! Hızlıca içeriye geçti tam içeriye girmişti ki kalabalık bir insan grubunun toplandığını gördü, adam yere düştü, sanırım ölüyor diye bağıran bir kişinin sesi yükseldi salonda. Az ilerisinde olan olayı görünce dayanamadı, genç yaşında başarılı bir kalp damar cerrahisi olan Aysar atıldı kalabalığın içine, saçları beyaz, boyu uzunca olan bir adam yerde yatıyordu. Ben doktorum, ben doktorum deyince, etrafı boşaldı, hemen ilk müdahaleyi yaptı yerde yatan adama. Artık nabzı atmaya başlamış kendine gelir gibi olmuştu, yeşil gözleriyle baktı Aysar'ın gözlerine, elini uzattığında Aysar istemsizce tuttu elinden, ne kadar sıcaktı avuçları, bu güne kadar duymadığı bir his uyandı Aysar'ın içinde, bu nasıl bir şeydi böyle!

Yerde uzanmış yatan Kemal, kendi hayatını kurtaran bu genç kızın, kendi kızı olduğunu hastaneye ulaştığında öğrenecekti. Yıllarca nefret ettiğini söylediği, doğduğu gün yüzünü görmemek için ülkeyi terke ettiği kızı, kaderin bir cilvesi olarak ona en zor anında ulaşmış hayatını kurtarmıştı...



















































19 Kasım 2017 Pazar

Didime ne oldu?

Didime ne oldu?
Geçen gün yolumun üzerinde olmamasına rağmen bir uğrayayım istedim, uzun zaman olmuştu, hem bir kaç eski dostu görür, hem de hasret gideririm, diye düşündüm, anlata anlata bitiremiyorlar Didimde yapılanları!
Tanıdık yollardan ilerledim arabamla, Dalyan kavşağından sağa kıvrılıp, taşlı yoldan ilerledim, benim çocuğun deyimidir, taşlı yol, yani, Akköy oluyor orası.
Yol kenarından görülebilen bir çok tarihi taş ev restore edilmiş, o tarihi taş yol kenarında bulunan kaldırımlar genişletilmiş, yol üstündeki dükkanlara bir kimlik kazandırılmış, ilk bakışta belli oluyor, yol tek gidişe çevrilmiş, harika olmuş!
Bir sürü cafe açılmış sağlı sollu, hepsi çok klas görünüyordu, dönüşte burada da vakit geçirmek gerek. Zaman harcamaya değer güzellikler eklenmiş tarihi köye, ara sokaklar bile insan doluydu, küçük bir köyden daha çok, küçük bir tarihi kent oluşturulmuş!
Jandarmanın önünden salındım aşağıya doğru, oda ne, bir çift yol yapılmış girişe, hele o ağaçlandırma ve aydınlatma direklerinin görselliğini bir görseniz, daha iyisi olamaz, dersiniz! Az sonra Taş Buruna ulaştım...
Öyle şaşırdım ki, ne kadar da değişmiş Taş Burun, balıkçı barınakları, tekne bakım atölyeleri sıralanmış bir sürü, tam bir renk cümbüşü. Bir sürü spor aktivite alanları yapılmış, yelkenli, paraşütlü müthiş bir hareket var deniz üzerinde ve etrafında yani. Yolun sağ tarafına, açılmış olan restaurant ve cafeleri görünce uzun zamandır uğramamış olmanın üzüntüsünü yaşamadım dersem yalan olur. Hepsi ayrı bir tarzı yansıtıyor, seçenek bol yani, öyle tek düze hayal etmeyin, ufkunuzu genişletin.
Burada bir akşam üstü gün batımını da izlemek lazım, nasip kısmet artık...
Hemen çektim sağa, aylardan Aralık olmasına rağmen, dolmuş taşmış tüm cafeler, yer bulamayacağım diye korkmadım desem yalan olur. İtalya'nın Sorrento kasabası halt etmiş bu güzellik karşısında!
Emeği geçenleri gidip makamlarında kutlamak gerek, tebrik edilmeleri lazım!
Kim demiş, Didim güzelleşmez diye, gözlerimle gördüğüm bu girişteki güzellikler karşısında şaşırmaktan başka bir şey yapamadım.
Odun ateşinde yapılmış nefis bir Türk Kahvesi yudumladım, enfes bir lezzet, yolunuz düşerse mutlaka siz de mola verin Didim girişinde Taşburunda, bu güzel lezzeti ve daha fazlasını hem tatmak, hem yaşamak sadece sizin elinizde...
Kahve molası sonrası, atladım arabama, Didime doğru ilerlemeye başladım, o da ne inanılır gibi değil, yolun sahil kısmında, yani sağ tarafta, yürüyüş ve koşu yolu yapılmış, ayrıca bisiklet yolu, ikisi bir arada, düşünebiliyor musunuz, bir çok kentte böyle bir şeye rastlamak kolay değil. Bir de sağda solda okuruz veya görürüz, bir gezi programında izlemiştim, Hollanda'nın bisiklet yollarını, bu çalışmaların yanında onlar solda sıfır kalır!
Bu kadarını gerçekten beklemezdim, özellikle bu çalışma beni gerçekten şaşırttı, inanılır gibi değildi...
Aman Allah'ım bu o bildiğimiz orman kampı mı, yoksa başka yerde imalatını yaparak buraya mı, oturtuldu? Yok, yok, bu kadarına gerçekten inanamıyorum, enfes bir çalışma ortaya çıkarılmış, karavanlar sıralanmış yan yana, ben diyeyim yüz tane, siz daha fazlasını düşünün, karavan cenneti olmuş o atıl durumdaki, bildiğimiz orman kampı!
Yalı Köy tarafından bir üst geçit yapılmış orman kampına, zaten girişte oradan verilmiş kamp alanına, oradan girecektim, kaçırdım, ben böyle bir görselliğe çoğu yerde rastlamadım, kavisli bir üst geçit yapılmış kampa giriş için, dedim ya, insanı büyüleyecek kadar güzel olmuş, çok beğendim.
Az ileriden dönüp gireyim diye düşünürken, Vettur Sitesinin oradan da bir giriş olduğunu fark ettim, hemen kıvrıldım oradan, sahil kenarına sıfır güzel bir yol olmuş, zaten tek yön yapmışlar ve tek araçlık...
Öyle, sollama filan yapmaya da gerek yok, hız sınırı otuz km, tüm sürücüler de bu kurala uyuyor, yolun sağ yanı begonvillerle donatılmış, palmiye ağaçları ve aralara serpiştirilmiş mini cafeler harika bir görüntü oluşturmuş. Bir kaç noktada cep parklarda var.
Yani, canın ne zaman sıkılsa, git oraya denizin kokusunu mis gibi çek içine, ruhun tazelensin...
Orman kampına girdim, nerede benim bildiğim orman kampı, nerede şu an girmiş olduğum yer, yollar yapılmış, parke taşları rengarenk, bordür taşları bile özenle boyatılmış belli, girişteki aydınlatma direkleri buraya da yapılmış, sanırım buraya özel imal ettirilmiş, ilk kez böyle şeyler gördüm...
İçeride biraz ilerleyip park ettim, bilenler bilir, çok büyük bir yer değil, yapılan güzelliklerle daha da özelleştirilmiş. Hani karnım aç olsa, bu görselliğin içine serpiştirilmiş restaurantlardan birinde bir şeyler atıştırır öyle giderdim, iştahımı açtı burası, mutlaka uğramalısınız!
Mavişehir tarafına doğru sürdüm aracımı, yok artık, bu sağ tarafta yapılmış olan yer bizim Mavişehir Pazarı mı, inanamıyorum. Adamlar resmen camdan koca bir küre oturtmuşlar oraya, sol taraftan yapılan üst geçit de oraya bağlanmış, zamanında az insan ölmemişti bu yolda, bu kadarı da çok fazla dedim içimden, sağa park edip aracımı, birkaç resim çektim. Şu küçük Didim turunu bitireyim, hem bloğumda, hem sosyal medyada güzel bir paylaşım yaparım diye düşünüp, çalıştırdım tekrar aracımı.
Denizli öğretmenler sitesi kavşağına geldiğimde sanki bir dünya kentine geldiğimi sandım, yol oradan üste alınmış, Abalı Kavşağına kadar oradan ilerledim, ilçeden çıkış yapanlarla, giriş yapanlar ayrı yollara yönlendirilmiş, inanılır gibi değil!
Tam kavşağa girecektim, son anda fark ettim, şehrin tepesine kocaman Didime hoş geldiniz yazmışlar, İngilizce ve Türkçe! Ben böyle bir şeyi, sadece Holywood filmlerinde görmüştüm, pes doğrusu!
Oda ne, teleferik mi? Hadi canım, Didim ve teleferik olacak şey mi? Dayanamayıp, kırdım direksiyonu teleferik yoluna, mutlaka görmeliydim, görmesem olmazdı...
Adamlar, resmen aşmışlar artık, cidden, sağdaki liman yolundan ayrılınca bir teleferik merkezine ulaştırdı yol beni. Park alanına attım benim yadigarı, bu arada yadigar, aracımın adı, onu da tanıtmış olayım yeri gelmişken. Lafı uzatmayayım, yine kalabalık ortalık, bu aylarda bu kadar kalabalık, inanılır gibi değil, asansöre binmek için bir on dakika bekledim, tabi meraktan da öleceğim!
Didim'de bir teleferik var ve ben ona bineceğim. Neyse, bindik teleferiğe sıram gelince, yolculuk başlar başlamaz heyecanlanmaya başladım, tarihi Apollon Tapınağı üzerinden geçirmişler hattı, tepeden müthiş bir görüntü ve ben bunu yaşıyorum, sadece bazı resimlerde görmüştüm bu alanı bu şekliyle, büyülenmedim dersem yalan olur!
Koca bir şehir ayaklarımın altında düşünebiliyor musunuz, ben kötü yolları olan bir Didim'de dolaşmayı düşünürken, kuş bakışı şehir turuna çıktım, tek kelimeyle enfes!
Teleferikte burada yaşayanlar konuşuyordu biraz kulak misafiri oldum, hat Mavişehir ve Fevzi Paşaya kadar uzatılacakmış!
Tüm şehrin tam ortasından ilerliyor teleferik hattı, deniz manzarası, şehir manzarası hepsi bedava! Bir de Bodrum, Çeşme, Kuşadası derler, siz asıl yeni Didim'i bir görün, ondan sonra konuşun dedim içimden!
Düşünsenize, Didim'in girişinden bindim, Altınkum'da indim ve enfes bir manzara eşliğinde yaptım bu yolculuğu, ben Didimi yeşillikten uzak bir yer olarak bildim hep, yukarıdan bakınca yapılan yeşillik çalışmalarına da şahitlik etmiş oldum.
Kente resmen yeni bir kimlik kazandırılmış! Duruşu, bakışı, giyimi kuşamı değişmiş yakışıklı bir jönle karşılaştım dersem abartmış olmam! Bu asırlık kent, gençleştirilmiş, makyajı tazelenmiş, dedim ya bir jön yaratılmış!
Altınkumu kaldırmışlar yerinden, yerine yenisini koymuşlar, hangi birini anlatayım ki size şimdi, yapılan yol çalışmaları, sokak çalışmaları, aydınlatma direklerindeki estetik ve güzellik, en arka sokaklar bile işler hale gelmiş, bu tarihte, her sokağında turistler dolaşıyor inanamıyorum!
Oluşturulan şairler, yazarlar sokağında yıl boyu faaliyetler varmış, her hafta bir yazar veya şair konuk olarak katılıyormuş! Öyle sıradanları değil, geçen hafta burada olsaymışım Yılmaz Özdil varmış mesela, ressamların en elitleri konukmuş, yine her hafta bir tanesi oradaymış, el sanatları ve sanatçılar sokağı tam bir görsellik sunuyor insana. Öyle, sadece incik boncuk işleri değil yani, ahşap, toprak, metal işleri yapan el sanatları ve çalışmaları gördüm, belki abarttığımı düşüneceksiniz ama gelin ve görün, çok daha fazlasını bulacaksınız, bundan emin olun!
Üstü açık zaman geçirme mekanları oluşturulmuş kısacası, çoğu Avrupa tatil kentlerinde göremezsiniz bu tür şeyleri, sanki sihirli bir değnekle dokunmuşlar Didime ve eski Didim gitmiş, yerine yenisi montajlanmış!
Yukarıdan teleferikte dikkatimi çekmişti, aklıma gelmişken ondan da bahsedeyim, o Didim'in eski yıpranmış apartmanları, boyasız, delik deşik, dökülmüş şehir gitmiş yerinden, ne güneş enerjisi vardı çatılarda görünen, ne çanak anten, ne de klima ünitesi, bana birisi Didim'i hayal et ve yeniden yap dese, bu kadarını hayal bile edemezdim! Yollar rengarenk parke taşlarından yapılmış, yukarıdan görüntüsü harikaydı, klasik tek bir şey göremedim!
Altınkumda kısa bir turladıktan sonra, vaktin ilerlediğini görünce, akşam da İzmir'e yetişmem gerektiğinden, teleferiğe doğru tekrardan yürürken dikkatimi çeken levha "tren istasyonu oldu!
Yok artık tren ve Didim, olacak şey değil yuh artık dedim içimden, hemen o tarafa doğru yürüdüm, cidden bir tren istasyonu yapılmış ve eski amerikan vari vagonlar!
Hattın nereye gittiğini sordum, Yenihisar, Eskiköy, Teleferik ve Mavişehir durakları varmış ama çok yakında Taşburun'a kadar gidecekmiş hat, şaşkınlığımı gizleyemedim, ver bakalım oradan bir bilet dedim, bilet yok, şehir kartı var ister misafir kartı alın, isterseniz kalıcı kart dediler, bu kadar değişen, gelişen ve kendini yenileyen eski dostum Didime artık her zaman uğrarım, sen ver bir kalıcı şehir kartı dedim.
Eskiden bildiğimiz o lunapark alanından hareket ediyor tren, deniz kenarından dolaşarak, Yenihisar kısmına geliyor, öyle çok hızlı filan da değil, zamanınız varsa bu güzelliği mutlaka yaşayın derim, zaten böyle bir kentte insan nereye elini atsa zamanı unutuyor!
Atladım trene, nostaljik bir yolculuk başlamış oldu. Yenihisar kısmına geldiğimde devam etmek isteyen ben, nasıl olduysa, atıverdim kendimi aşağıya, burayı da görmem lazım, görmezsem olmaz dedim!
Aman Allah'ım, her taraf pırıl pırıl, Cumhuriyet caddesinin orada inmiştim, cadde trafiğe kapatılmış, baştan sona kadar üstü kapalı bir çarşı haline getirilmiş, alış veriş dükkanları, cafeler sıralanmış caddede sağlı sollu, masalar sandalyeler atılmış tüm caddeye, tam bir panayır alanı, ortalık kalabalık ama şehrin verdiği bir huzur ve güven de yok değil!
Adamlar Apollo Tapınağının sütunları gibi, sağlı sollu yüzlerce sütunun üzerine oturtmuşlar çarşının gölgelik kısımlarını, estetik ve güzellik karşısında şapka çıkarmamak ne mümkün!
Esnafın hal ve hareketleri bile değişmiş, belli ki herkes para kazanır hale gelmiş Didim'de!
Şehir için yapılanların boşa gitmediğini bu manzara karşısında bile anlıyor insan!
Caddeyi baştan sona yürüyerek gezdim, tekrar saatime baktığımda, geç kalmak üzere olduğumu fark ettim, beş dakika sonra trenin geleceğini de duyunca, trenle devam ettim yukarıya, Eskiköy tarafına...
O kadar çok şey var ki anlatılacak, bir daha geldiğimde, günü birlik değil, size her şeyi tam manasıyla hem anlatmak, hem yeni Didim'i tanıtmak isterim.
Didim'in bu hale gelmesi için çalışan, çabalayan, gecesini gündüzüne katan tüm politikacılarımıza bir kez daha teşekkür ediyorum!
Aldığınız oylar ananızın ak sütü gibi helal olsun!

Yazımızın devamını "Didime ne oldu 2" başlık altında takip edebilirsiniz...

Naim Süleymanoğlu

Yanlış hatırlamıyorsam yıl 1986 olsa gerek veya ben o dönemi hatırlıyorum. Turgut Özal dönemleri, şimdiki kadar milli mücadelelere şahitlik edemiyoruz, ne doğru düzgün maç yayınları var, ne milli bir başarı, o yıllarda bir kaç kez basketbol milli takımı başarısı hatırımda kalmış hepsi bu kadar...
Sonra televizyonda duyduk adını ilk kez, bir Bulgaristan şampiyonu varmış, adı Naim Süleymanoğlu, gerçek adı Bulgarca bir isim ama ben onu hep Naim Süleymanoğlu olarak tanıdım.
Büyük bir sansasyon olmuştu o zamanlar onu da çok iyi hatırlıyorum. Turgut Özal çıkıp hakkında demeçler veriyor ve Naim'in Türkiye'ye sığındığından, iltica hakkı istediğinden bahsediyordu.
İlk kez branşında bu kadar başarılı olan bir insanın ülkemizi tercih etmesine şahit oluyorduk. Sportif başarılar arada bir gelse de genelde güreşle ilgili madalyalara alışık olan ülke insanı, belki o güne kadar hiç dikkat etmediği bir branş sporcusuna kucak açmıştı, o bir halterciydi, üstelik, olimpiyat madalyalarıyla bu ülkeyi tercih etmişti...
Şimdilerde bile Avrupa'nın çok da tahammül edebileceği bir şey değildi!
Düşünün Cristiana Ronaldo oynamak için Türk Milli takımını tercih ettiğini açıklıyor ve üstüne, onu giyebilmek için tüm dünyaya kafa tutarak, mücadele ediyor!
İşte Naim Süleymanoğlu da zamanında bunu yapmıştır!
O güne kadar halter ile doğru düzgün tanışıklığı olmayan ülkemiz, artık halterle içli dışlı olmuş, yakından takip etmeye, halter konusunda alt yapılar oluşturmaya, o sporla ilgili sporcular yetiştirmeye başlamıştır.O zamanın gençleri, çocukları bu spora gönül vermiş ve bu sporu sevmeye başlamıştır.
Belki zamanın lideri Özal bile bu kadar ses getireceğini, bu kadar sevileceğini tahmin edememişti Naim Süleymanoğlu'nun ama olmuştu işte, bizi seven, ülkeyi seven, üstelik küçücük boyuyla dünyaları kaldıran adam bizi tercih ederek, bu ülkeye gönül vermiş, gönül vermekle kalmamış, bir çok da uluslar arası madalya kazandırmıştı...
Şimdilerde milyonlarca dolar yatırılan sporcularımızın, hiç bir şey veremediği ülkeye, Naim gönüllü olarak gelmiş, gönüllü olarak Ay yıldızlı formayı terletmiş ve sayısız madalya kazandırmış bir kahramandır.
Kahramanlık savaş alanlarında olmuyor, spor alanında da yapılabiliyormuş, sayesinde bunu da yaşayıp görmüş olduk!
Hak ettiği değeri gösterdik mi peki, asıl kendimize sormamız gereken bu olsa gerek?
Her zaman olduğu gibi, o yaşamını yitirdikten sonra kıymetini anlayabildik ve farkına varabildik. Asıl soru, bu küçük dev adamın sağlığına neden daha fazla özen gösterilmedi, durumu bu kadar ciddi hale gelene kadar, neden ilgilenilmedi?
Sinan Şamil Sam'da aynı şekilde çekip gitmedi mi elimizden? Üç beş kıymetli temsilcimiz çıkıyor aramızdan, onlara da gereken değer ve önemi ne yazık ki veremiyoruz...
Hep kaybettiğimiz zaman mı anlayacağız, avucumuzdaki değerli insanların ne kadar kıymetli ve paha biçilemez olduğunu?
Her konuda komisyon kuranlar, bence bu konular için bir komisyon kursunlar ve bu tür insanlarımızın üstüne titresinler, sahip çıksınlar, onlar kendilerine sahip çıkmasa bile bu bir devlet meselesi olsun ve sahip çıkılsın!
Başımız sağ, mekanın cennet olsun dev adam!

17 Kasım 2017 Cuma

Bayan

Şiirlerim var taze,
İçine ikimizi sakladığım,
Aşk tarlamız var,
Nadasa bıraktığım,
Atmak istersen,
Savur sevda tohumlarını,
Uçur dilediğince,
Ova senin, dağ senin, tarla senin,
Bir dünya senin,
Kıymetini bilirsen!

Anılarımız var bayan,
Senin ve benim,
Ortak yaşanmışlıklar...

Yanılgılar da var,
Doğru yapılanlar da,
Buz gibi olanlar kadar,
Hala alev alev yananlar da,
Canlı yani hatıralar,
Senin gibi, benim gibi,
Şimdi inkar etmek istersen,
Şahidim yok benim,
Ne yargıcım var, ne hakimim,
Duruşması yok bu aşkın,
Sözüm yok gelmez isen,
İsyanım yok, inkar edersen!

Hatalarımız var bayan,
Senin ve benim,
Altına imza atacağımız...

Toplasak doğrularımızı,
Atsak gönül valizimize,
Düşsek yollara,
Sen sağımda, ben solunda,
Sevdiğin gibi adımlarsak yolları,
Yorulmasak, yorulsak da, aldırmasak,
Olmaz mı? 
Yapamaz mıyız, bunu?
Zor mu gelir ruhumuza?
İkiz değil miydi, bunlar,
Sen söylerdin hani,
Yoksa kandırdın mı, beni?
Ama yapmazsın bilirim,
En azından ben hep, buna inanırım...

Yanılgılarımız var bayan,
Senin ve benim,
Sen de bunu kabul eder misin?

16 Kasım 2017 Perşembe

Ülkenin iş yapma şekli

Yer, Ege'de bir sahil kasabası, yıl 2017, aylardan Kasım, yine aylardan Kasım şarkısını bilmeyen yoktur ama anlatacaklarım bir aşk hikayesi değil, elektrik şebekesi...

Söz de güçlendirme çalışmalarına başlayacaklar ilçenin bir sokağında, önce park alanı olmadığı için sokakları işgal eden arabaların yerinden kaldırılma komedisi yaşanıyor. Kimse arabasını bıraktığı yerden kaldırma niyetinde değil çünkü isimleri olmasa da herkesin yeri zimmetlenmiş havasındalar. Neyse ki sonunda sokak çalışması yapılacağı anlaşılınca, herkes arabasını of puf yaparak kaldırmaya başlıyor.

Bu arada edilen küfürleri sansürlüyorum bilginiz olsun, böyle bir durumda ve sabah erkenden kalkıp araba çekecek olmaları tembelliğe alışmış olan ilçe eşrafını kızdırıyor doğal olarak.

Sonuçta arabalar sokağı terk edince, oh be, sokak nefes aldı diyebileceğimiz bir görüntüyle karşılaşıyorum. Aslında ,insanların sinir ve stresinin birçoğunu yaşam şekilleri belirliyor, demek ki arabalar sokaklarda bu kadar görüntü kalabalığı yapmamış olsa, biraz daha rahat nefes alabileceğiz bunu da yaşayıp anlayabiliyoruz...


Ekibin başındaki adam soruyor vatandaşa, bu binanın elektriği nereden geçiyor, suyu nereden geçiyor, kanalizasyon bağlantısı nerede?

Sokağın eskileri fikir beyan ediyorlar ekip şefine, küçük bir kriz masası oluşturuluyor oracıkta, iş bitirmekte üstüne kimseyi tanımadığım ülkem insanı olaya el atıyor...

Demek bunların nereden geçtiğini bilen bir bilge yok bu ekibin içinde, bunu da anlıyoruz iş başlangıcında...


Adamlar kazacak, yıkacak, dökecek, yerin altında, ne nerede belli değil, kepçe yanaşıyor bir, iki, üç derken dördüncü kepçeyle birlikte, apartmanın birisinin elektrik şebekesini koparıyorlar.


Etrafındaki ve balkonlarda sıralanan meraklı vatandaş topluluğu dağılıp kaçışıyor, küçük bir havai fişek gösterisi oluşuyor çünkü. Böylece çalışmanın başlamasını da kutlama töreniyle açmış oluyorlar...

Neyse, olan oldu diyor ekip başı, kesiliyor elektrik hatları, bir sonraki kepçede su şebekesine dalınıyor,😆hemen poşetlerle filan sarılıp bir şekilde kontrol altına alınıyor, sonraki kepçe darbesiyle de kanalizasyon bağlantı borusu kırılıyor!

Sözde şef, etrafındakilere dönüp, hani diyor, burada değildi bağlantılar, size güvendik bakın ne hale geldi çalışma, sokak ahalisi kendini savunuyor, yok mu sizin elinizde bir harita diyor ve topu paslıyor şefe, burada da hazır cevap halkımızın nasıl bir an da dönüş yaptığını görüp yaşıyoruz birlikte...😁 


Adamlar Ordu'dan gelmişler, ne bu ilçeyi biliyorlar, ne daha önceki çalışmalarla ilgili bir teknik çizim var ellerinde "saldık çayıra mevlam kayıra" hesabı bir iş yürütülüyor anlayacağınız...

Sözde güvenlik önlemleri de alınarak, çalışma akşama kadar devam ediyor, kazı işi elli metre kadar çalışma yaparak, akşam çekip gidiyor.

Sonra öğreniyoruz ki bir üst sokağın işini yarım bırakıp, bu sokağa geçilmiş o da ayrı bir sorun, ertesi gün bizim sokağa uğramadılar, çünkü üst sokak isyan çıkarmış,iş bilmez ekip oraya kaydırıldı! 

Ertesi gün de bu sokak isyan çıkarırsa buraya geçerler sanırım. Bu iki sokağın bağlandığı ana cadde de on gündür bitirilmeyi ve kapatılmayı bekliyor! 

Ekip dediğime filan da bakmayın, toplam da altı  kişiyle bu işleri bitirmeye çalışan bir Ordu'lu şirketten bahsediyorum. İş bilmezlikleri de apayrı bir konu, koparılan kablolar beşlik, kabloları bağladıkları aparatlar onluk! 

Yani yapılan tamiratlar da evlere şenlik!

Sonuç olarak, kazılan otuz cm'lik bu çukura döşenen hattın da bir kaç yıl sonra elektrik yükünü taşımayacağı aşikar! Bir yanda her gün şu kadar m2 yol yapımı yaptık diyen belediye başkanı, diğer yanda onun yaptıkları kazıp, bozup, deşeleyen bir elektrik dağıtım şirketi!

Al birini, vur ötekine!









13 Kasım 2017 Pazartesi

Sarı kule

Sanki çalıntı bir yürek taşıdığım,
Emanet sevgilerin ve sevgililerin adamıyım,
Hep yol üstü bir durak oldum,
Nedense, son durak olmayı başaramadım,
Hayatımdan çıkan sarı kuleyi,
Ömrümce unutamadım...

...


Saçma sapan bir yosma oldu ilk aşkım,
Ne O bana uyabildi,
Ne de ben O'na uyum sağladım,
Zaten ömrü de uzun değildi bu sevdanın,
Sadece bir kaç haftaydı...

Sonra ne O beni arayıp sordu,
Ne de ben Onu arayıp sordum,
Bir kaç kez şarabıma meze oldu,
En kolay unutulan sanırım oydu...

Sonra bir sarışındı hayatıma giren,
Sarı kule koymuştum adını,
Boy desen ondaydı, endam desen onda,
O ne gözlerdi öyle,
İki boncuk tanesi, buz mavisi,
O ne biçim gülüştü be!
Her görüşte içim gıdıklanır, 

Ömrüm tükenirdi,
Aşkı doyasıya yaşıyordum kollarında,
Uçuyordum sanki, gökyüzündeki bulutlarla,
Her şey iyi, her şey mükemmeldi,
Umursamıyordum kızmalarına,
Nasıl olsa benimdi!

Bir cumartesi gecesiydi, içmiştim,
Galiba biraz da sarhoştum!
Kıskançlık krizlerim tutmuştu,
Karşıdan gelen iki züppeye takmıştım kafayı,
Acayip bozulmuştum,
Şimdi düşünüyorum da epeyce abartmıştım olayı!
Tokat bile atmaya kalkmıştım hatuna!
Şok olmuştum,
Her şey bitti dediğinde Gülhane yokuşunda!

Bedenimden ruhum çekilmişti,
Dizlerimin bağı çözülmüştü,
Yıkılıp kalacaktım,
Elim ayağım nasıl titremişti!

Hani utanmasam,
Hemen oracıkta, kapanıp ayaklarına,
Neredeyse, yalvaracaktım!

Sadece kekeleyerek, ne olur gitme,
Beni terk etme, diyebildim,
Oysa çoktan kararını vermiş,
Ardını dönüp gitmişti bile!

İşte ne olduysa, ondan sonra oldu,
Değişti bütün hayatım...

Önce kabusa dönüştü, pembe olan rüyalarım,
Sonra işimi kaybettim,
Sorunsuz delikanlısı oldum sokakların!
Bir daha hayatımda olmayacak,
Elleri ellerimi tutmayacaktı,
Ve gözlerime bakmayacaktı, ay parçası...

Düşündükçe çıldırıyor,
Kendimi paralıyordum,
Hepsi bir bahaneydi ama,
Günah keçisi arıyordum!

Ve bulmuştum sonunda yolunu,
Hani derlerdi ya, çivi çiviyi söker,
Böylece unutulur gidenler...

Evet, işte ben de aynen bunu uyguladım!
Yeni bir aşka yelken açmalı,
Sarı kuleyi unutmalıydım!

Ama nerede...

Esmerleri denedim olmadı,
Kızıl saçlılar, pembe yanaklılar, gül dudaklılar,
Uzunu, kısası,
Bir türlü başaramadım,
Hiç birisi o aşkın tadını vermedi!
Sanki kiminin yağı,
Kiminin tuzu eksikti,
Ya aşırı ekşi oluyorlardı,
Ya da karışık çorba!

Gelgit olaylarına alışamadı yüreğim,
Ve sonunda iflas etti,
Her ne kadar istemesem de o yalnızlığı tercih etti,
Anladım ki hayatımı mahveden dilber,
Ömrümce unutamayacağım sarı kuleydi!

Vay be!
Mühür mü vurdun yüreğime?
Giderken kapıyı çekip üzerine,
Kilitledin mi ne!

Fark etmez ulen!
Evliysen bile bırak gel!
Mutluysan da bırak gel!
Yetiş her neredeysen,
Ölüyorum ulen!
Bitiyorum!
Bir omuz at yüreğime, yüreğinle...

Benim, seni çağıran,
Benim işte, duymuyor musun?
Hani o aptal adam!
Bir nefes, bir bakış, bir gülüş, ona da razıyım!
Bana o da yeter be!

Yetiş sarı kule,
Başlamadan bu hayattan diğerine geçiş,
Allah'ını seversen yetiş!























Özgürlük

  Önce kocaman bir yürek taşıyacak Sonra uğrunda savaşacaksın, Sende yoksa o yürek Boşuna sesini yükseltip bağırmayacaksın! Bu yol bildiğin ...