31 Ağustos 2012 Cuma

Modern İnsan...

İnsanlar değişti demişiz, demişler, demekteler, diyecekler…

İnsanlar neden değiştiler, değişimden kasıt nedir? Nedeni olan bir değişim midir, bahsettiğimiz? Yoksa mecburi bir istikamet midir, kat ettiğimiz yol? Tüm bu soruları ve yanıtları bulmaya çalışan ilk kişi değilimdir herhalde!

Birçoğumuz bunun cevabını veya cevaplarını aradık defalarca beklide… Sizinle birlikte bu satırların arasında bunun net bir cevabını bulur muyuz, bunu bilemiyorum ama birazda olsa bunun cevabına yaklaşabileceğimizi düşünüyorum…

Modern “ne kadar bir modernlikse bu artık” günümüz insanları hazır tüketim toplumlarını oluşturmaktalar. Bu hazır tüketim toplulukları, asla tam anlamıyla yetinmesini bilen insanlar değiller. Öyle ki, binlerce, milyonlarca insan bu doyumsuzluk yüzünden yok edilir! Aslında aklı olan yaratıklarız ama pis bir dere kenarında yaşayan sülüklerden hiçbir farkımız kalmamış! Bir birimizin kanını emerek yaşayabileceğimize, yoksa yok olacağımıza inandırılmışız! Buna kim veya kimler neden oldu bilmiyorum ama ben böyle aklın da, böyle insanlığında yüzüne tükürür geçerim!

Bir kere içimizden, dilimizden “şükür” kelimesini söküp almışlar. İçimizde yaşattığımız, aslında hep var olan ama artık çoğunlukla unutulmaya yüz tutmuş olan bir değer. Bunu kaybeden insanlık birçok şeyin üzerini örttüğü gibi, bunun da üzerini örtmeye çalışmaktadır. Bunu aşmanın yolu çok basit! Öyle yorucu filan bir tarafı yok yani, sadece şükredeceğiz o kadar. Etrafımızda ki diğer inasanlara zarar vererek veya yok ederek ne kazanç elde edilir, ne hak elde edilir, bunu keşfetmek bu kadar zor mudur?

Şükretmek, asla çalışmaktan vazgeçmek veya az ile yetinmek demek değildir, bunun altını kırmızı bir kalemle çizelim ki, aklımızdan hiç çıkmasın. Şükretmek özümüzde yaşattığımız değerlerin en önemlisi olduğu için konuya buradan giriş yaptım ama bahsedeceğim daha başka şeyler de olacak elbette…

Geçmişte insanlar genel anlamda daha cesurdu, özgüven dediğimiz şey, onların en büyük gücüydü. Bu güçleri sayesinde, yiyeceğini, içeceğini bileğinin hakkıyla kazanır, yediğinden de büyük keyif alırdı, hazmı kolay olurdu! Yürekli adamlardı geçmişte yaşayanlar vesselam!

Zamanımızda insanları gerek televizyon aracılığıyla, gerek diğer tanıtım ve medya aracılığıyla sindirmek o kadar kolay olmuş ki, masanın başından bir düğmeye basarak “değiş tonton” demek kadar basit!

Gerçi bu iş benim dediğim gibi kısa bir zaman diliminde yapılmıyor, uzun ve çetrefilli hesaplar kitaplar ve zamanlar sonucu ortaya çıkartılıyor. Öyle ki, bir binanın altına veya temeline dinamit lokumlarını yerleştirip, havaya uçurmak gibi bir şey değil bahsettiğim. Bu temeli, toplu iğneyle veya küçük bir kaşıkla kazmak gibi bir şey! Sonra bir bakıyorsunuz ki, bina yıkılıvermiş, hayretler içinde bakakalıyoruz!

Zamane insanı, yazılan senaryoların aktörü değil, figüranı olmaya veya seyircisi olamaya şartlandırılmış bir kere ve bundan keyif almaya başlamışız! Oyunu kendimiz oynasak, çok daha fazla keyif alacakken, izleyici olarak keyif almaya adapte olmuşuz.

Futbol izleyerek göbek büyütmek ve bu işi çok iyi bildiğimizi iddia etmek yerine, çıkıp sahada yer almayı neden akıl edemiyoruz? Beğenmeyerek yediğiniz bir yemek yerine, neden mutfağa geçip, damak tadınıza göre bir şeyler yapmayı denemiyoruz?

Denemekten hiçbir şey kaybetmezsiniz, denemek başarmaktır, başarmak inanan insanların ulaştığı noktadır, inanmayanların ve seyirci kalanların değil!

Şükürler olsun ki, yeni bir yazı daha yazabildim...

Hoşça kalın…

Ozan Muhammet Candan
grafikerler.org



www.reklammarket.net

27 Ağustos 2012 Pazartesi



Seni Tahliye ediyorum!

Hapsettiğim düşüncelerimi tahliye ediyorum!
....
Nedeni ne olursa olsun,
Ne varlığınla özgürüm, ne yokluğunla esir!
Yok olup gittin, umurumda mı dersin?

Kalbimi kaplamışken aşkın her hali,
Unutur muyum, soğutur muyum?
Sıcacık saklıyorum, özenle bakıyorum,
Üstüne titriyorum anlayacağın…

Hissettirmiyorum kimselere, gizli kalıyorsun!
Oysa sen apaçık olmalıydın, gizli değil!
Yaşam kadar kıymetli, nefes gibi…

Şimdilik keyfini sür bensizliğin!
Nasıl olsa bir zaman sonra, hissedeceksin olmadığımı!
Bu olacaktır, en büyük çaresizliğin…

Yani, ne yokluktan kork, ne yaşam şartlarından,
En çok olmayışım yoracak gelecekte...
Belki birkaç cümlede yer alacağım,
Belki sadece düşüncelerde…

Biliyorum, olacağım içinde, yüreğinde, aklında, hayatında!

Bilirim zordur olmayanı istemek,
Ama zor olan şeyler de kıymetlidir bazen!
Gecelere yolculuklar hırpalar insanı,
Şayet düşündüğüm kadar kalpsiz değilsen!
Acıtır gözyaşların yanaklarını,
Kızgın ifadelerle bakarsın karanlığa,
Ne karanlık fark eder seni, ne de duvarlar
İşte insanı en çok bir de bu yorar!

Gelecekte bul beni,
Sana kesilecek en büyük ceza budur!
Orada karşılaşalım seninle,
Bakalım kalacak mı, yaşayacak mı içindeki gurur!
İzlerimi silmeye çalışma, yorulma boşuna...

Görecek, yaşayacak, anlayacaksın,
İstemesen bile, benimle yaşlanacaksın!
Sen beni yaktın ya, bu yanına kalmaz!
Sen de yanacaksın!
Bu satırlar beddua değil, serzeniş değil, isyan değil!
Sana, geleceğin hediyesi olacak!
Sadece bilmeni istiyorum,

Şimdi git, git istiyorum!
Hapsettiğim seni, tahliye ediyorum!




Ozan Muhammet CANDAN
grafikerler.org

29 Aralık 2011 Perşembe

Mutlu Yıllar!



Yeni bir yıl mı, güldürmeyin beni!

Ne yenisi, geçmişte yaşadığımız ve bildiğimiz eski günlerin tekrarından oluşan yeni bir dönem geliyor, hepsi bu!

Yeni yıl diye adlandırılan ve ballandırılan bu gün, yani 31 Aralık gecesi, aslında o kadar da özel bir gün değil. Sıradan insanların kendilerini avutmaları için tasarlanmış, süslenmiş, makyaj yapılmış öylesine bir gün! Bazıları, sözde inançları için bu günü ve hatta öncesinde, haftayı yaşarken, bizim gibi deforme edilmiş toplumların da, sözüm ona eğlence ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya atılmış “eğlence komedisi” diye düşünüyorum!

Normal olarak, yeni dediğimiz bir şeyin, bazı değişiklikleri olması gerekmez mi? Mesela bir deterjan üzerinde “yeni” ibaresini gördüğümüzde anlarız ki, formülünde, parfümünde veya herhangi bir şeyinde bir değişiklik vardır. Yenidir kısacası veya yenilenmiştir!

Peki, bizim yeni yılımızda neler değişecek veya değişecek mi?

Elbette ki koca bir hayır!

Şimdi bu yazım sonrası birçok okuyucum, yine karamsar olmakla itham edecek beni ama olsun, ben gerçekçi bir insanım ve gerçekleri görmeme hiçbir makyaj engel olamaz!

Yeni yılımız, küresel ısınmanın hızla devam ettiğini, denizlerin her geçen gün biraz daha çekildiğini, günün birinde bir avuç kalacağını unutturacak mı? Her geçen gün nesli tükenmekte olan canlı türlerinin yok olmasının önüne geçebilecek mi? Haksız yere ve hiç olmadık biçimde yazılan senaryolar sonrası çıkarılan savaşlarda, canından olan masum insanların ölmesinin önüne geçecek mi?

Bu yeni yıl, birileri sürekli ekonomik olarak büyürken, birilerinin üç kuruş kazanmak için günlerini tüketmesinin ve sonunda eline hiçbir şey geçmeyişinin önüne geçer mi? Birileri bisiklet alamazken, birileri milyon dolarlık arabalar almaya devam etmeyecek mi? Birileri çadırda yaşamaya mahkum edilirken, birileri gökdelenlerde bahçe keyfi sürmeye devam etmeyecek mi?

Bu yeni yılda, birileri sırf oğlu/kızı bir devlet dairesine demir atsın diye, koca bir ülkenin yok oluşuna müsaade edecek oylarını, hoyratça kullanmaya devam etmeyecek mi? Birileri geğirerek haksız yere kazancını hazmetmeye çalışırken, birileri kuru ekmek alacak paranın peşinden koşmayacak mı, bir fare yavrusu gibi!

Yeni yıl diye heyecanla beklenen ve yeni umutların beslendiği bu günlerin, geçmişte yaşanan saçma günlerden ne farkı olacak? Benim düşünceme ve benim gibi düşünenlere göre hiçbir farkı olmayacak ve hayal kırıklığı yaşamayacağız! Çünkü biliyoruz ki, değişen hiçbir şey olmayacak! Değişen sadece, her yeni yıl öncesi, geçmişte yaşadıklarını unutan ama kendini aldatmaya devam eden, yeni insan düşüncelerinin belki de bu yeni yılı kutlayarak girme telaşına düşmüş olmaları olacak! Yani demem o ki eskiden her şeyin farkında olan insanların bile medya gücü ile veya çevresindeki insanların düşünce ve yaşam şekilleri ile değişime uğrayışları olacak!

Kısacası doğru düşünen, doğruları gören veya görebilen insanlar gittikçe azalmakta! Bu durum, insanların tek düze olarak yaşamasını isteyen, gerçekleri görmesini bilmeyen toplumların türemesini isteyenlerin ekmeğine yağ sürecek!

Haydi, unutun yukarıda saydığımız gerçekleri ve sayamadıklarımızı ve kutlayın yeni yılınızı!

Mutlu yıllar!


12 Aralık 2011 Pazartesi

Sıkılıyoruz!



Hayatımızdaki sevimsiz şeylerin, hiç farkında olmadan, yaşamımızın merkezinde yer almalarına alıştık sanırım. Hiç garip gelmiyor bize, yaşadığımız hayatın, anlamsız yanlarının bize kattığı anlamsızlıkların çokluğu ve saçmalığı! Ne çok isterdik değil mi, gereksiz ayrıntıların hem görüntü olarak, hem düşünce olarak bizlerden uzak olmasını.

Mesela evimizde bulunan birçok eşya, bizim için gerekli veya gereksiz de olsalar, oradalar işte, farkında mısınız? Bir zamanlar çok beğenerek ve isteyerek aldığınız koltuk takımları artık gözünüze sevimsiz gelmekteler. Vitrinde ilk gördüğünüzde sizin olmasını istediğiniz kıyafeti sadece bir gün giyerek usandığınızı hatırlıyor musunuz? Ne sevgililer bulduk, hiç usanmadan seveceğimizi sanarak ama gördük ki onlardan da sıkıldık! Üniversite hayali kurulur, başlanır ve sonrasında ondan da sıkılırız! İş yaşamı hayal edilir, koşturmacalar sonrası, ondan da sıkılırız! Çocuğum olsun diye yıllarca arzu edenler, bir zaman sonra ondan da sıkılmaktan geri durmazlar.

İnsanoğlunun, sıkılmak gibi, negatif bir yanı olmasaydı, daha mı mutlu olurdu? Sıkılmak nedir aslında, neden sıkılırız, sebep nedir? Sıkılmak üzerine birçok sohbetiniz olmuştur yakın bulduklarınızla, sonuç olarak, bu sohbetlerden de sıkıldığınızı anımsıyor musunuz?

Böylesine sabırsız ve sıkılgan olan bizler, bu soruna nasıl bir çözüm getirebiliriz? Ne yaparsak artık sıkılmayız veya ne yaparsak, sıkılmaktan kurtuluruz?

Bu soruna küçük çapta çözümler bulsam da, çoğu zaman sıkılmaktan kurtulamayan ben, şimdi bu satırlarda iyi bir çözüm bulacak olursam, asrın en büyük sorunlarından birisini çözmüş olacağım. İlk günlerde hoşuma gitse de bu durum, eminim kısa bir süre sonra yine sıkılacağım!

İnsanlık sıkılmaktan asla vazgeçmeyecek, yaradılışımızdan bu yana, hep sıkılmışız bir şeylerden…


Ozan Muhammet CANDAN

29 Kasım 2011 Salı

Facebook'tan mesaj at!


Dünya düşünme günü!

Duraksıyorum zamanın birinde. Tarih nedir, saat kaçtır, hiç umurumda değil zaten! Önemli olan, istediğin bir zaman diliminde bulunmak değil midir? Şaşırıyorum birçok şeye, şaşırmamak mümkün mü? Aşklar başkalaşmış, hasretler başkalaşmış, arzular, tutkular, değişmiş her şey, üstelik kimseler farkında bile değil!

Yaşayıp gidiyoruz işte, tencere içinde kaynayan makarnanın, neden kaynadığını bilmediğinden, ne farkımız kalmış?

Hepimiz sıra dışıyız, hepimiz çok özeliz. Özeliz tamam da, neyimiz özel? Sıradan, bayağı bir yaşam işte! Kimisi lüks içinde yaşıyor, kimisi ne bulursa onunla yaşıyor. Belki bir kısım da açlık sınırında veya altında. Sonuçta, saçma bir yaşamın, ortasında buluşuyoruz!

Adını da yaşamak koymuşuz!

Doğru düzgün sohbet etmekten uzaklaşarak, samimiyetleri çöpe atarak! İnsanlığımızdan utanmamız gerekirken, hala insanız diye yaşayarak, kimi kandırıyoruz?
Kendimizi mi?
Başkalarını mı?
Nereden gelip, nereye gidiyoruz?

Düşünmeden yaşamak biçimine dönüşmüş durumda her şey, üstelik çok da akıllı olduğumuzu sanarak yapıyoruz bunu!

Birileri turuncu devrimler yapar, birileri Arap baharı başlatır, birileri ülke yönetir, birileri kriz yönetir, birileri mutludur, birileri doymaz, birileri Hint kumaşıdır, hiçbir yerde bulunmaz!

Sonuçta, böcekleştirilmiş beyinlerimizle, çözüm ararız, çözüm üretiriz ama her zaman “sıfır” olur bulduğumuz çözümlerin tek adresi! Artık yeter diye, isyan eder dururuz da, isyanımızı kimseye duyuracak kadar cesaretli olamayız!

“Dünya düşüneme günü” var mıdır?

Yoksa bile, 29 Kasım tarihini “dünya düşünme günü” ilan ediyorum!

Bugün cidden düşünelim, öyle sırdan ve şapşalca değil, adam gibi, düşünelim!



Ozan Muhammet CANDAN

26 Kasım 2011 Cumartesi

İnsan olmak adına!

Güneş okşuyor kirli sakallarımı. Denizin kendine has kokusunu çekiyorum ciğerlerime. Montumun ütüsüzleşen yakasını kaldırıyorum boynuma. Bir de uzanabilsem kayalıkların üzerine, sele serpe…

Karşı kıyıdan gelen bazı kokular da karışıyor deniz ve yosun kokusuna. İçlerinden tanıdıklarım var, tanımadıklarım var ama taze ekmek kokusunu her yerden alırım ben. Yunan köylerinden geliyor bu kokular. Köyümüz aklıma geliyor, hangi evde, ne zaman ekmek yapılacağı belli olmaz ama o sokaktan geçmek yeterli, mutlaka davet edilirsin. Sıcacık, içi peynirli, ince doğranmış kuru soğanlı bir sıkma verirler, yersin.

Zamanı geri alıp orada olmak vardı…

Köyün tozunu solurduk, ciğerlerimiz açılırdı! Şimdi şehrin tüm pisliği doluyor ciğerlerimize, nefes alamıyoruz. Gevşemiş bütün cıvatalarımız, yuları gevşek beygirler gibi, koşuşturuyoruz sağa sola. Ne amacımız belli, ne varmak istediğimiz nokta! Sahipsiz düşünceler gibiyiz her birimiz, hiçbir işe yaramayan!

Dostlukları hatırlıyorum geçmişten bu güne gelen, sıcacık demli çayları…
Ege’nin hafif rüzgârı eşliğinde, “bir gün olsun unutunca, dışımda kalıyorsun, oysa seni düşününce, içime sığmıyorsun zaman, zaman” diye, mırıldanılan eski şarkılar. Var da var, heybem dolu anlayacağınız.

Arkadaşlıklar bile başkalaştı. Eskiden, en azından telefondan aranırdı dostlar, şimdi, ben filanca yerden yazdım görmedin mi’ye dönüşmüş durumda! Görmedim deyip, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, ne istediniz insanlıktan, dostluklardan, diye!

İsyankârlığımı da cebime katıp, çekip gidesim geliyor! Usanmışlıklar içinde ne kadar mutlu olunur? Acaba sorun bende mi, yoksa gelinen noktada mı? Sahi siz, siz de şikâyetçi misiniz? Yapay yaşamın kıyılarında dolanmaktan usanmadınız mı?

Gelin bir değişiklik yapalım hayatımızda, ne dersiniz? Öncelikle şehrin en sıkıcı yanı olan, somurtkan maskelerimizi çıkaralım yüzümüzden. Sonra, gülümseyelim belediye otobüsüne binerken karşılaştığımız insanlarla. Şoföre, iyi yolculuklar, iyi mesailer diyelim. Simitçiye, bugün nasılsın diyelim. Çaycımıza iyi gördüm seni, yine formundasın diyelim. Diyelim işte bir şeyler, dostluk adına, samimiyet adına. Paylaşalım elimizde ki simidi, yan koltukta oturan hiç tanımadığımız insanla! Korkularımızı asalım mı bu gün, kıralım mı kalemini, korkularımızın?

Ne dersiniz, var mısınız?

İnsan olmak adına!


Ozan Muhammet CANDAN

23 Kasım 2011 Çarşamba

Psikobatak!


Şu an hayatından memnun kaç kişi var bu ülkede, hiç düşündünüz mü? Daha anlaşılır bir soru sorayım dilerseniz. Psikolojisi düzgün kaç insan var? 

Bu soru daha güzel geldi sanırım kulağınıza. Neden güzel geldiğini, ben biliyorum. Bir psikolojidir, tutturmuş gidiyor cümle âlem! 

Nedir bu psikoloji Allah aşkına? Nerede bulunur, alınır mı, satılır mı? Nasıl düzeltilir, kaportacı bir ustaya gitsek düzelir mi? 

Yok, ben psikologlara gitme taraftarı değilim. Ne yaptıysa onlar yaptı bu insanlara! Medyanın da pompalamasıyla, psikolojisi bozuk (aslında yok öyle bir şey) insanlar türettiler. Nedeni basit, bu ülkede, inançları dolayısıyla, insanların psikolojisini bozmak, değişikliğe uğratmak, hiç kolay değildi! Doğru düzgün işleri de yoktu psikologların, hem iş ürettiler kendilerine, hem iyi bir pazar oluşturuldu!

Diyeceksiniz ki, Avrupa’da insanlar gidiyorlar. Gitsinler efendim, onlar Avrupalı, bizim onlarla bir olmamız mümkün değil! Kültürümüz, alışkanlıklarımız, tutkularımız, aşklarımız çok farklı! Hastalıklarımız da! Siz, hiç sabah kahvaltısında kuru fasulye yediniz mi? Peki, yer misiniz? Çoğunuzun daha şimdi midesi bulandı bu teklif karşısında biliyorum. Neyse konumuz Avrupa değil, konumuz, arkasına saklanılmış olan bir gerçek, psikoloji hastalığı! 

Psikolojiyi öyle bir soktular ki, insanlarımızın beyinlerine, inanılmaz. Çocuğa babanın adı ne desen, psikoloji diye cevaplayabilir! Abartmıyorum, cidden öyle ama yani! Arkadaşımla sohbet ediyoruz, hararetli bir sohbet, iş tartışmaya dönüşebiliyor, neden böyle yapıyorsun dediğinde? Şak diye cevabı yapıştırıyor, psikolojim bozuk, kusura bakma! 

Olur, bakmayayım da, bu işin sonu nereye varacak? Yol ortasında iki araç sürücüsü kapışmış, etraftan konuşmalar yükseliyor, milletin psikolojisi bozuk arkadaş! Hadi canım, cidden öyle mi, yani? 

Önce kadınlarımıza bu hastalık hastalığını aşıladılar, şimdi sıra erkeklere geldi! Ne yaparsa yapsın, konu hiç mühim değil, nasıl olsa psikolojisi bozuktur!

Hayatımızda iyi gitmeyen ne varsa, sorumlusu kesin psikolojimizdir. Durum bu kadar kesin ve net yani. Hiç öyle çözüm yolları filan aramayalım. Alalım bir kutu yatıştırıcı ilaç, yatıştıralım psikolojilerimizi! Yani uyuşturalım beyinlerimizi, hayallerimizi, aşklarımızı, sevgilerimizi, geleceğimizi, gençliğimizi! 

İşler yolunda gitmiyor, düşünemiyorum, çalışamıyorum, üretemiyorum diyor, soruyorum mecburen, ne oldu, neyin var? Abi, sorma ya, psikolojim bozuk! Bir başkası, evliliğimiz iyi gitmiyor, gerçi ben alttan alıyorum da, hanımın psikolojisi iyi değil. Diğeri, geçenlerde okuldan aradılar, gittim, bizim çocuğun son zamanlarda psikolojisi bozukmuş. Bir şirkette telefona cevap verirken, arayan müşteriyi neredeyse dövecek gibi cevaplayan sekreterin bile mazereti hazır. Psikolojisi bozuk! 

Karpuzcudan karpuz alacaksın, adama karpuz nasıl demeye gelmiyor, kavga nedeni olabilir, çünkü psikolojisi bozuk! Birileri, aradıkları hakları savunma derdinde ama aradığı hakkı bırakıp bir kenara, polise saldırıyor, polis halkın can ve mal güvenliğini sağlamakla yükümlü, halka saldırıyor! İki tarafında mazereti hazır, psikolojileri bozuk! 

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bu psikoloji palavralarını bırakalım bir kenara! Ardına saklanacak yeni bir isim bulalım! 
Adını da, psikobatak koyalım! 

Çünkü öyle bir batmışız ki, bu psikoloji denen illetin içerisine, ancak bataklıkta olan insanlar grubu olabiliriz! 



Ozan Muhammet CANDAN

www.reklammarket.net

22 Kasım 2011 Salı

Hayat paylaşınca güzel!

Ne güzel bir reklam filmi, amacına ulaşmış bir çalışma. Toplumun çoğunluğu bu düşünce içinde olsa gerek, birçok arkadaşım beğeniyle izlediğinden bahsetti. Peki, gerçekten hayatı paylaşmayı, seven bir toplum muyuz? Asıl garip olan, bu reklam filmini çok beğendiğini ve etkileyici bulduğunu söyleyen tanıdıklarımın, bencil bireyler oluşudur.

Paylaşımların, uzun zaman önce birileri tarafından, içimizden çekip aldıkları bir “ruh” olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Gerçekten her şeyden uzaklaşıp bir düşünün. Düşünün, en son neyinizi, birisiyle paylaştığınızı. Paylaşsanız bile, bir hesap içinde olmadan, bunu yaptığınızı hatırlaya bildiniz mi? Dürüst olun, korkmayın, bu aramızda kalacak.

Paylaşma olgusu daha ikili, üçlü yaşlarda aşılanır toplumumuzda. Daha o yaşlarda ebeveynler tarafından paylaşmanın güzel yanları öğretilir. Ebeveynler tarafından öğretilen bu duyguyu, okul sıralarında kaybederiz!

Bencilliğin iyi bir şey olmadığını biliriz hepimiz, biliriz ama ne kadar uyguluyoruz? Toplumumuzda son zamanların en popüler durumu, bencillik ve vurdumduymazlık diyebiliriz aslında. Bunu yazarken en ufacık bir gocunma hissi uyanmıyor içimde. Nedeni basit, ben de bencilleştirme çalışmalarının sonunda, buna ayak uydurmuş olanlardanım beklide.

Eskileri hatırlıyorum. Birçok insan, yalnız yemek yemezdi, yalnız yemek, ayıp, günah veya çok acayip bir şey gibi algılanırdı. Sofrasında birilerinin bulunması, cidden mutlu ederdi insanları. Hafta sonu pikniğe mi, gidilecek? Ne yapar, ne eder, yanına mutlaka bir komşu, bir arkadaş, bir tanıdık alma isteği hissedilirdi. Şimdilerde, lokantalar yalnız yemek yiyenlerle, piknik alanları küçük aile bireylerinin eğlenceleriyle dolu.

Tabi bu, yeni oluşum toplumunun ve bireysellerin bir kabahati değil. Toplumu bu hale getiren, bazen bilinçli oluşum hareketleri, bazen de bilinçsizce o yönde yetişen/yetiştirilen yeni bireylerdir.

Zaten toplum olarak mutsuzluğumuzun ve ciddi anlamdaki başarısızlığımızın ana nedenlerinden birisi de, paylaşımdan uzak oluşumuz değil midir? Dünyada birçok başarılı bilim adamlarımız var, her biri kendi dalında başarılı ve amaçlarına ulaşmışlar. Peki, neden toplumcu değiller, hiç düşündünüz mü? Bunlar, neden bir araya gelerek, ülke için, toplum için bir çalışma içine girmezler? Bunun da belki birçok nedeni vardır ama bana göre, bencilliklerinden bu hareketi yapmazlar, yapamazlar!

Siyasileri düşünün şimdi de, hepsi bencilce hareket ederler, bencillik ve bireysellik yüzünden sahip oldukları iktidarları, koltuklarını kaybederler ama bencil düşüncelerinden asla arınamazlar. Başta sahip oldukları “paylaşımcı” düşüncelerini kaybettikleri için, sonları sessiz bir hiç olmaktan asla öteye geçemez.

Yine de hala “hayat paylaşınca güzel” diye düşünen bireylerin olması veya bulunması, insanı mutlu etmiyor değil. Reklam filmlerinde olsa da, hayatı paylaşıyoruz! Bu paylaştığımız hayattan keyifte alıyoruz.

Ne mutlu “hayatı paylaşıyoruz” diyenlere!

Ozan Muhammet CANDAN

Özgürlük

  Önce kocaman bir yürek taşıyacak Sonra uğrunda savaşacaksın, Sende yoksa o yürek Boşuna sesini yükseltip bağırmayacaksın! Bu yol bildiğin ...