2 Eylül 2020 Çarşamba

Köyün Öküzü

 


Köyün Öküzü

Cebine koymuş ideolojik mührünü,
Sağa sola durmadan basıyor,
Bu bağlamda kör etmiş zavallıcık gözünü,
Kendisini bilge zannediyor, 
Dolu sanıyorken, boşa harcamış ömrünü,
Bundan da habersiz "zavallılık" düşkünü,
Ezbere yaşıyor, ezbere konuşuyor,
Beyni çürümüş artık kokuşuyor,
Farkında değil bizim köyün öküzü!

Habire

 


Habire

Yandaki evin gölgesi de olmasa güneşten kavrulacağım,
Kaç gündür uğramıyor çocuklar
Yakında pislikten kokuşacağım!
Açlık desen hırla
Şarap son damlasında,
Yoksun ya ortalıkta
Her şey suyunu çekmiş durumda,
İyi değilim anlayacağın!


Komşunla karşılaştık kapı önünde
Hani şu kızıl saçlı olan
Sevmediğim kadınla,
Nasıl filan gibi, şeyler sordu
İyidir deyip geçiştirdim
Saçını boyatacaktı deyince,
Bayılıp, oracıkta düşecektim
Sakın öyle bir şey yapma
Hele kızıla filan, aman ha!
Sevmem ben bilirsin
Sen beyaz saçlarınla da güzelsin


Önceki gün
Yumurta kırmaya kalkıştım,
Elime ayağıma bulaştı
Onu da beceremedim, anlayacağın!
Tavanın da tutmuş dibi
Ne beceriksiz adamım
Vallahi mutfağı yakacaktım!
Özledim seni de, yemeklerini de
Orta doğu mutfağından
İtalyan soslarına kadar
Enfes kokular ortalıkta!
Jilet gibiydi kıyafetler dolapta
Bilemedim hiç kıymetini
Ama artık anlıyorum!

Bak, belki inanmazsın ama
Sızıp kaldığım zamanlarda bile
Adını sayıklıyorum, habire!

Gittiğin günden beri
İyice iğrenç leştim,
Gazım hiç geçmiyor
Geğirip geziyorum
Osuruk da cabası!
Bıyıklarım sararmış
Leş gibi kokuyorum
Geçende aynada gördüm
Kendimden tiksiniyorum!
Beni yaşarken mi öldürdün?
Bu halim nedir?
Her şeyden bıkkınım
İyi değilim anlayacağın!

İş edindim kendime
Tek kelime yazmıyorum
Gözüm yollarda
Kulağım her daim kapıda
Camlardan caddeyi gözlüyorum,

Ya gözlerim bozuldu
Ya da çok sarhoşum
Kimi görsem
Habire sana benzetiyorum!
Bugün fark ettim daha

Perdeler de sararıp solmuş
Pervaz kenarları sinek ölüleriyle dolmuş
Ev bile iyi değil yokluğunda!


Dersimi aldım
Artık uslu bir çocuğum
Gelmeyeceksen haber ver
Kalmasın umudum
Böyle ölüp gideyim
Olmayacaksan zaten
Bu hayatı ne halt edeyim?
Üzülmeni istemem ama
Ölmek için bile,
Habire seni bekliyorum!

Paris Akşamı

 Yeni yağmurlar yağıyor,

Gökyüzü eskisi gibi,
Karanlık,
Aklımın sarhoşluğu
Ve
Kalbimin burukluğu…

Bir tek Paris ayık!
Sokaklar sırılsıklam ıslanmış
Parklar perdelerini kapatmış
Ne Paris’i sevebildim
Ne Sen’sizliği…

Gelirken umudum çoktu
Bulurum diyordum
Yürüdüm Sen boyunca
Hem gün ışığında
Hem alaca karanlıkta,
Sen, belli ki sensizdi
Tıpkı benim gibi…

Laseine aşkına!

Geçmişteki aşklar hatırına
Saygı duyduğum Sen’i
Sensizlikle mühürlemişiz
Hiç farkında değilim!
Bunu yeni anladım…

Sabahın beşinde
Elbette, sarhoş biçimde,
Kıyı boyu adımladım
Yoruldum, adımladım
Susadım, adımladım
Yılmadan adımladım!

Yüz yılları araladım adımlarken,
Ne büyük aşklar vardı
Geçmiş yaşanmışlıklar içinde
Sen vardın Sen’in içinde
Kalbinde atan o aşkta
Yine sen vardın sonbaharda
Sen’in damarlarında!

Sen’i selamladım
Gülüşürken kargalar
Senden bahsettim son kez
Saçlarımı dağıtırken hafif bir rüzgar
Sarılıp düşerken damlalar
Tutamadım hiç birini
Kayıp düştüler,
Hayatımdan çıktılar
Senin gibi…

Hatırla, nasıl gitmiştin
Nasıl yaralamış
Nasıl karalamıştın
Sevdamızın üstünü!
Yarım kalan şarabını
Sallanan masadan düşürüvermiştin
Paramparça olmuştu kadehin
Onu bile görmemiştin
Kendimi görmüştüm parçalarda
Champ Elysees karanlıktı
Koşmuştum bir aşağı, bir yukarı
Yalan olmuştun
Yalan olmuştuk o Paris akşamında…

Ne Güzelsin Eylül

 Yaz aşkları biter,

Kalıcı aşklara yelken açılır
Kalp bir başka atar,
Dudaklarda sıcak bir tebessüm
Sokaklarda yapraklarla
Savrulur duygular,
Ne güzelsin Eylül...

Valizler toplanır
Sahiller boşalır
Kimi kalabalıktan
Kimisi sadelikten hoşlanır
Hafiften eser rüzgarlar
Bahçede sallanır pembe bir gül
Ne güzelsin Eylül…

Çeker elini sıcaklar
Serinlik merhaba der
Omuzlarda şallar
Şenlenir kadınlarla caddeler
Uçuşur Kızılgerdan’lar
Toparlanmıştır Ağustos
Yaza atılır bir virgül
Ne güzelsin Eylül…

Gece muhabbetleri iyidir
Sıcacık çaylar içilir
Koyulaşır sohbetler
Geçmişe bile gidilir
Yaşanır çoğu şey yeniden
Sızlar hafiften gönül
Ne güzelsin Eylül…

Saklanır kuytulara bazıları
Görünmez sanır kendini
Yok olmak ister zamanda
Ekmemiştir aşkı sevgiyi
Eli boş kalır harmanda!
Uyku da tutmaz ki
Gözler hep arata
Kalmasa bile tahammül
Ne güzelsin sen Eylül…

30 Temmuz 2020 Perşembe

Tekir

Hayatın her halini gördüm
Sadece ölüm yok,
Zorlukları aşarken
Feryat figan acılarım var
Korkularımı cellatlara teslim ettim
Çoktan vuruldu başları,
Gölge düşen duvarlara
Yaşamımdan yansımalar düşüyor,
Yalnızlık hüküm sürüyor
Kalbimin odalarında
Hayallerim eşsizdi
Bir aşk uğruna erimeseydi,
Yeni baştan inşa edebilir
Farklı hikayeler sunabilirim
Kendime…

Fakat
Hepsinin gücü tükendi
Kendim gibi,
Son kullanma tarihi de
Dolmak üzere,
Bakışlarım görmüyor
Sesleri işitmiyorum,
Kimseye anlatmıyorum
İtiraz etmiyor, hayıflanmıyorum
Duyduklarım yeterliydi
Daha fazlasını istemiyorum
Zaten kimse kimseyi
Anlamak da istemiyor…

Taş olsaydı duygularım
Biriktirseydim kalbimde,
Hepsi birer sanat eseri
Olur muydu?
Hiç sanmıyorum
Öyle olsaydı ayrılıklar
Beni bulur muydu?
İhtiyacım kalmadı
Dur diyecek biri olsaydı
Bu yolcu durur muydu?

Bir tek sen anlarsın
Yalnızca sen,
En azından anladığında
Kuyruğunu sallarsın
Olmadı, miyavlarsın…

Sen Osmanlı isen, ninem de dedem!

13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş bir devlet. Doğu Avrupa, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika'ya kadar topraklarını genişletmiş ve 16. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluğu halini almış.

En geniş sınırlarına 1683 yılında ulaşmış. Tüm dünyaya nam salmış, deyim yerindeyse yeri göğü inletmiş, sözünü tüm cihana dinletmiş! Savaşmadan toprak mı alınır, almış!

Ne güzel değil mi, insan gururla bahsediyor, okuyunca keyif alıyor, elbette bu ne kadar keyif alınacak bir durum, o da ayrı bir tartışma konusu olabilir.

Yani yaşadığımız dünyanın tamamı bize veya bizlere ait olsa hayatımızda ne değişirdi?

Farz edin ki şu anda tüm dünya bize ait olsaydı hayata bakışınız nasıl olurdu, bunun kişilere bir katkısı bulunur muydu? Kişisel olarak bu durumdan nasıl etkilenirdik?
Siz bunları biraz düşünürken ben yukarıdaki anlatmış olduğum tarihi devleti biraz daha açarak yazımıza devam edeyim.

Osmanlı Devleti…

Adı üstünde Osmanlı, yani bu bir aile, bir ailenin kurmuş olduğu devlet!

Bu gün komşunuzun mal varlığıyla gurur duyarak anlattığınız oldu mu hiç? Komşunuzu övdünüz mü sahip oldukları için? Yaptıysanız önünüzde şapka çıkarıyor, saygıyla eğiliyorum!

Osmanlı Devleti bir ailenin kurduğu, sınırlarını her geçen gün arttırdığı, sahip olduğu topraklar gibi, orada yaşayanların da sahibi olduklarını söyledikleri bir sistem üzerine kuruluydu.

O dönemlerde ülkemizin adı Türkeli veya Türkiye olarak adlandırılıyordu. Yani Osmanlı kendi başına bir devletti pek Türklüğü savunur bir yanları olmamıştır. Varsa bile iyice bir incelemek lazım ama kabaca durum böyle!

Yani bu gün Osmanlıcılık oynayanlar o dönemlerde yönetimin “kulu konumunda olanların torunlarıdır” bunu ister kabul edin, isterseniz etmeyin!

Karşıma geçip Osmanlıyı savunacak olursanız size hangi Osmanoğlu soyundan geldiğinizi sorarım ve siz de apışıp kalırsınız, durum bundan ibaret!

Osmanlı elbette bizim daha önce kurulmuş devletlerimiz gibi Türkiye’de yaşayan halkları temsil eder, elbette ki ülkemizin mayasıdır fakat sıra Osmanlı olup olmamaya geldiği zaman orada durup bir nefes soluklanın derim!

Elbette ki geçmişimizle gurur duyacağız fakat neyin ne olduğunu da iyi kavramalıyız!

Biz Osmanlı değil, Türk halkıyız, Alevisi, Çerkezi, Lazı, Kürdü, Türkü ve daha fazlasıyla.

Hadi şimdi Osmanlıcılık oynamayı bırakın da, ülkenizin vatandaşı olmanın, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın keyfini çıkarın!

Yani, parmağa yüzük takmakla, Osmanlıya sahip çıkıyor görünmekle, Osmanlı devletiyle övünmekle ne Osmanlı olunur, ne de Osmanlı torunu! 

O yüzden diyorum ki, sen Osmanlı isen, ninem de dedem!

İyi Bayramlar

Bayram bayram olalı böyle kepazelik yaşanmadı!

Lan ülkenin yarısından fazlası dernek, mernek doluymuş da haberimiz yokmuş!

Meğer ne çok iyiliğe köprü olmak isteyen dernek ve dernek çalışanı varmış mış da bizim haberimiz yokmuş!

Gerçi, oldu artık, olmaması ne mümkün! Televizyon kanallarında ha bire alt yazı slayt reklamları dolandırdılar, onlar televizyonda bu reklamları boşuna mı dolandırdılar?

Peki o reklamların primetime orada gösterim bedeli ne kadar bir bilgin,z var mı? Merak edenler araştırsınlar!

Gerçekten iyilik için mi yapıyorlar tüm bunları? Cidden inandınız mı? Kurbanlarınızı bağışladınız mı? Televizyonda reklamlarımız dönmüyor ama size kurban katkılarınızı sunmak ve cennete yolcu etmek için yeni kurduğum derneğe bağış yapma kampanyasından bahsetmek isterim!

Her yol derneği!

Her yol derneği olarak her yerde 1250 TL olan kurban bağışı kampanyalarında büyük damping, indirim, bindirim, sindirim yaptık! Sadece 350 TL karşılığında kurbanlarınızı kesiyor, biçiyor, pişiriyor, paketliyor ihtiyacı olanlara yolluyoruz! Tüm bunları kamera ile kayıt yapıyor adresinize yolluyoruz! Dahası da var, kurban kesim belgesi düzenliyoruz, üstüne altın varakla adınızı yazıyoruz! Durun daha bitmedi, dilerseniz cennetten tapunuzu da ekliyoruz!

Bu da yetmez bana diyorsanız, özel hizmetlerimiz kategorisinde hazırladığımız çok özel cennetlik paketlerimiz de mevcut, dilerseniz onlardan da çok küçük katılım paylarıyla yararlanabilirsiniz!

Bu fırsatı kaçırmayın, kurda, kuşa yem olmayın!

Nasıl olsa alışkınsınız, bir kere de biz kandıralım!

İstemez misiniz?

İban numaramızı lütfen özelden isteyin, ulu orta yazmayalım şimdi!

Koç gibi para kazandı millet!

Hadi iyi bayramlar!






 *Burada dürüstçe işini yapan dernekleri ve gerçek hizmet aşkıyla işini yapanları kastetmiyorum, bilginize! 

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Lozan Antlaşması

Lozan Antlaşması

1923…

Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, tüm yurdu düşman işgalinden kurtardı.

Bu bir ülkenin namus davasıydı, iki bacak arasının veya üç beş iç siyasi çekişmenin değil!

İsmet İnönü hayatının, belki de en önemli görevini yapmak için Lozan’a gitmişti. Aylar süren bir serüvenin sonucu, bu günün sözde hak ve adalet savunucuları batılılara ve dünyaya iletildi!

“İsmet, söylediğimiz her şeye aynı cevabı verdi: Bağımsızlık” dedi, diyorlardı!

Bağımsızlık!

Zaten bütün mesele bu değil miydi?

Bu günlerde ülkede hala tartışılan bir konu bu ve çok enteresan, biz bunu doksan yedi yıl önce batılıların itirafları eşliğinde kazanmış bulunuyoruz veya öyle olduğunu sanıyoruz!

Atatürk, Nutuk'ta “Bu antlaşma, Türk Milleti'ne karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir” diyor!

Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli günlerinden birisi olduğunu iyi kavramak gerekiyor!
Bu ülke büyük bedeller ödenerek kuruldu bunu unutmayalım!

Kıymetini bilelim, havasının, suyunun tadını çıkaralım ve geçmişteki kahramanlıkları aklımıza mıh gibi çakalım!

Atatürk İstanbul’dan Samsun’a ayrılacağı vakit, İstanbul’u işgal edenlere bakarak, Haydarpaşa garında o unutulmaz ve büyük sözü sarf etmişti “geldikleri gibi, giderler” demişti!

Nitekim tek başına inanan bir adam olarak, Samsun’dan Erzurum’a geçtiğinde cebinde taşıdığı tohumları tüm Anadolu’ya serpiştirerek İstanbul’a kadar tekrardan döndü ve bu emaneti bizlere bıraktı.

O, yıllar önce bu ateşi yaktı, bize düşen “bağımsızlık” ateşini söndürmemek ama bunu içimizde birbirimizle çekişerek veya çemkirerek değil, gerçek düşmanlara karşı gardımızı alarak yapmalıyız!

Kalın sağlıcakla...

İlişki Ehliyeti

İlişki Ehliyeti

İlişki Ehliyeti
01 Mart 1926 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilerek 13 Mart 1926 tarihinde yayımlandı ve 01 Temmuz 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.

Önceleri görevli polis amcalarına üç beş kuruş vererek, ehliyet işlerini çözen bir nesil var ülkede!

O tarihten bu yana, ara sıra canavarlar türese de yollarda araç kullanabilmek isteyenler, ehliyetsiz araca binemedi ve kullanamadılar! Kullandıklarında cezaları yediler!

Sonraları bu iş böyle olmadı, biz şu para alma işini, resmileştirelim sorun olmasın düşüncesiyle “ehliyet” kursları açılmış ve konu tatlıya bağlanmıştır.

Resmi sınavlarla filan kurtarılmaya çalışılmış bir sistem!

Çünkü yakın çevremden biliyorum, kursa filan katılmadan ehliyeti cebine sokan tanıdıklarım olmadı değil!

Şimdilerde yine bir hinlik var mıdır sistemde, bilemiyorum ama umarım yoktur!

Konumuz ehliyet ama biraz faklı bir ehliyetten bahsedeceğim bu gün satırlarımda.

Son zamanlarda kadın cinayetleri fazlasıyla can sıkıyor ve toplumun kanayan bir yarası haline gelmiş durumda. Genelde genç sayılabilecek yaşlarda olsalar bile, bir gün gazetede görmüştüm, sanırım, yetmiş yaşında herif karısını öldürmüş ve “namus” cinayeti demişti!

Ara sokaklarda her gün görüyorum tartışan kadın ve erkekleri, hem öyle ufak tefek değil, küfürler, tehditler hem kadın yapıyor bunu, hem erkekler!

Sorun tek taraflı değil, ortak!

Milletvekilleri istediği birçok şeyi sele serpe yapıyor, bir sorun olduğunda da “benim dokunulmazlığım” var deyip çıkıyor!

Sorunun çözümü, kadınlara karşı çıkarılacak bir “dokunulmazlık yasası” mı olmalı?

Her kafadan bir ses çıkıyor şöyle yapalım, böyle yapalım, diye.

Peki, ne yapmak lazım? Çözüm önerisi olan var mı? Nasıl bir çözümleme yapılmalı ki bu işlerin önüne geçilebilsin!

İnsan öldürmek suç mu, evet, her gün devletler bir sürü insan öldürmüyor mu?

Aha yanı başımızda Suriye her gün insan katliamı yaşanıyor, duyduğumuz veya duymadığımız! Dünyanın her köşesinde bütün bunlar oluyor ve birçoğu devletlerin desteğiyle yapılan işler!

Durum böyle iken, ikili ilişkilerde yaşanan sorunlarla ilgili devlet yapıları ne yapabilir? Nasıl bu işlerin önüne geçebilir? Mümkün mü? Peki, gerçekten geçmek istiyorlar mı? Bu sadece ülkemizin sorunu değil, Avrupa’da, Amerika’da ve daha birçok ülkede bu tür olaylar eksik olmuyor!

Kimse kimseyi koruyamaz, kimse korunmak zorunda da değil, herkes kendisini korumayı bilmeli, doğru insan, doğru yaşam, doğru eğitim, doğru hayat, kısacası doğruları çok olan ilişkiler tercih edilmeli, en ufak detaylar bile önemli kadın için de, erkek içinde!

Peki, her konuda bir ehliyet, bir diploma, bir yeterlilik ve yetkinlik belgesi istenen dünya şartlarında, ikili ilişkiler için neden böyle bir çözüm yolu bulunmasın?

Biz sevgiliyiz, biz aşığız, biz evleniyoruz diyen çıkıyor meydana, sonrası şiddetli geçimsizlik, dayak, psikolojik baskılar gibi uzayıp giden bir listeyi atıyor ortalığa!

Bir kısmı da üzülerek belirtmeliyim “ölümle” sonuçlanıyor!

Bu işin çözümü, ehliyet sahibi olmaktan geçmeli diyorum! Ben evlendim, baba olacağım, anne olacağım, hayır efendim, ulu orta çocuk doğurup rastgele dünyaya gelmesine vesile olmasın kimse!

Üstelik her ülkede, tonlarca psikolog işsizlikten kıvranıp duruyor, alın size istihdam ve ihtiyaç giderici bir çözüm!

Sevgili olacağız diyen erkek ve kadın, devletin görevlendirdiği yetkili kuruma giderek, psikolojik testlerden geçmeli!

On beş yaşına gelen her birey bu ehliyet için başvurmalı, mecbur tutulmalı!

Bunu da cebinde taşımalı!

Tıpkı araç ehliyeti gibi, gerekirse ilişki yaşayacağı kadına veya erkeğe bunu gösterebilmeli, ehliyeti olmayanlarla da kimse ilişki yaşamamalı!

Devletlerin yapabileceği ve bu konuda inandırıcı olabileceği, tek engelleyici sistem budur diyorum!

Sonra bir sorun mu yaşandı, kim vermiş bu adama veya kadına “ilişki” ehliyetini, o da sorumlu tutulmalı!

Yukarıda bahsettiğim gibi, kursa gitmeden filan ehliyet alınamamalı!

Nasıl bir diploma vermek, almak ciddi bir iş ve kurum vasıtasıyla yapılıyorsa, bu işte bu ciddiyetle yapılmalı! Arada bir, yine de canavarlar çıkar mı evet çıkar ama en azından sorumlusu olan birileri daha olmalı!

Sonuç mu, bu işi kimse yapmaz, biliyorum!

Bu öneri, kuru bir saçmalık olarak bu satırlarda kalır!  

Benim de ehliyetim yok bu konuda, bilginize, uygulamaya koyulursa gider alırım! 

24 Temmuz 2020 Cuma

Eski

Eski

...bir kez daha ve sessizce yüklendi tüm sorumluluğu, adımladı parke taşlarla döşenmiş yolda,
Başını yukarı kaldırdı, karanlıktı gökyüzü, sessizdi, ölüm gibi...

Düşünmezdi,
Takmazdı kafasına, umursamazdı ayrılıkları,

Oysa şimdi...
... yaş ilerlemişti

...son bir liman olarak sığındığı,
Belki de, hiç gelmemesi gereken yerdi,

Duygular, düşünceler...

Yaşam...
İşte böyle birşeydi,
Beklentileri, salıvermek boşluğa,
Nereye gittiğini, bilememek,

Unutmak, unutulmak,
Sevgiyi, aşk'ı, umutları,
Eskitmek...

Olur muydu?
Değişir miydi?

Yani...
Eskisi gibi...

Eskiden kalma, ne vardı ki,
Karombole yaşanan aşklar,
Sorumsuzca tüketilen sevgiler...

...şimdi,
Yeni bir eski zamanıydı...

Zaten şimdi,
Eski değil miydi?

Az önce...
Biraz önce...

Bir kez daha, eskimemiş miydi, eskitilmemiş miydi?

Eskimek...
Acı verici,
Bir o kadar yıkıcı, yakıcı ve yıpratıcı,

Eski demek...
...yani
Tükenmek, bitmek, yok olmak...
Sonra düşünürken, mazideki sevgiliyi,
Bahsederken, gözlerinden, saçlarından,
İyi kötü huylarından,

Duraksamak...
... ve eski demek, her cümlenin başlangıcında...

Her başlangıcın, muhtemel sonucudur eskimek...

İyi Geceler

İyi Geceler

Bir merhabayla başlar tüm serüvenler,
Hoşçakal ile son bulur...

Kaç vapuruyla geçiyorsun karşıya?
Saçlarını hangi renk yaptın bu bahar?

Tam alıştım sanırken yokluğuna,
Aklıma seni getiriyor dalgalar,

Kaç zamandır yoksun?
Nasıl sildin beni yüreğinden?
Nasıl başardın...

Gecenin karanlığına karışıyor gibi,
Her akşam üzeri batıyor gibi,
Dudaklarımda tütüyor gibi,

Çoğu zaman anlamsız,
Bir o kadar da anlamlı...

Sen nasıl bir şeysin?
Gün müsün?
Gece misin?
Siyah mı, yoksa beyaz mı?
Nesin sen?

...

Günahsız bir melek mi?
Uslanmayan şeytan mı?
Kimsin?
İsyan mı?
Öfke mi?
Ver yansın ediyor musun?
Ara sıra,
Benim gibi...

Ama...

...biliyorum, sen geçmişi yaşamaz,
Geleceği düşünmez,
Kadir kıymet bilmezsin...

...uzaktasın,
Bilinmezlerde,
Kim bilir, nerede, kiminle?
...

İyi geceler...


Ozan Muhammet Candan

Özgürlük

  Önce kocaman bir yürek taşıyacak Sonra uğrunda savaşacaksın, Sende yoksa o yürek Boşuna sesini yükseltip bağırmayacaksın! Bu yol bildiğin ...