29 Aralık 2011 Perşembe

Mutlu Yıllar!



Yeni bir yıl mı, güldürmeyin beni!

Ne yenisi, geçmişte yaşadığımız ve bildiğimiz eski günlerin tekrarından oluşan yeni bir dönem geliyor, hepsi bu!

Yeni yıl diye adlandırılan ve ballandırılan bu gün, yani 31 Aralık gecesi, aslında o kadar da özel bir gün değil. Sıradan insanların kendilerini avutmaları için tasarlanmış, süslenmiş, makyaj yapılmış öylesine bir gün! Bazıları, sözde inançları için bu günü ve hatta öncesinde, haftayı yaşarken, bizim gibi deforme edilmiş toplumların da, sözüm ona eğlence ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya atılmış “eğlence komedisi” diye düşünüyorum!

Normal olarak, yeni dediğimiz bir şeyin, bazı değişiklikleri olması gerekmez mi? Mesela bir deterjan üzerinde “yeni” ibaresini gördüğümüzde anlarız ki, formülünde, parfümünde veya herhangi bir şeyinde bir değişiklik vardır. Yenidir kısacası veya yenilenmiştir!

Peki, bizim yeni yılımızda neler değişecek veya değişecek mi?

Elbette ki koca bir hayır!

Şimdi bu yazım sonrası birçok okuyucum, yine karamsar olmakla itham edecek beni ama olsun, ben gerçekçi bir insanım ve gerçekleri görmeme hiçbir makyaj engel olamaz!

Yeni yılımız, küresel ısınmanın hızla devam ettiğini, denizlerin her geçen gün biraz daha çekildiğini, günün birinde bir avuç kalacağını unutturacak mı? Her geçen gün nesli tükenmekte olan canlı türlerinin yok olmasının önüne geçebilecek mi? Haksız yere ve hiç olmadık biçimde yazılan senaryolar sonrası çıkarılan savaşlarda, canından olan masum insanların ölmesinin önüne geçecek mi?

Bu yeni yıl, birileri sürekli ekonomik olarak büyürken, birilerinin üç kuruş kazanmak için günlerini tüketmesinin ve sonunda eline hiçbir şey geçmeyişinin önüne geçer mi? Birileri bisiklet alamazken, birileri milyon dolarlık arabalar almaya devam etmeyecek mi? Birileri çadırda yaşamaya mahkum edilirken, birileri gökdelenlerde bahçe keyfi sürmeye devam etmeyecek mi?

Bu yeni yılda, birileri sırf oğlu/kızı bir devlet dairesine demir atsın diye, koca bir ülkenin yok oluşuna müsaade edecek oylarını, hoyratça kullanmaya devam etmeyecek mi? Birileri geğirerek haksız yere kazancını hazmetmeye çalışırken, birileri kuru ekmek alacak paranın peşinden koşmayacak mı, bir fare yavrusu gibi!

Yeni yıl diye heyecanla beklenen ve yeni umutların beslendiği bu günlerin, geçmişte yaşanan saçma günlerden ne farkı olacak? Benim düşünceme ve benim gibi düşünenlere göre hiçbir farkı olmayacak ve hayal kırıklığı yaşamayacağız! Çünkü biliyoruz ki, değişen hiçbir şey olmayacak! Değişen sadece, her yeni yıl öncesi, geçmişte yaşadıklarını unutan ama kendini aldatmaya devam eden, yeni insan düşüncelerinin belki de bu yeni yılı kutlayarak girme telaşına düşmüş olmaları olacak! Yani demem o ki eskiden her şeyin farkında olan insanların bile medya gücü ile veya çevresindeki insanların düşünce ve yaşam şekilleri ile değişime uğrayışları olacak!

Kısacası doğru düşünen, doğruları gören veya görebilen insanlar gittikçe azalmakta! Bu durum, insanların tek düze olarak yaşamasını isteyen, gerçekleri görmesini bilmeyen toplumların türemesini isteyenlerin ekmeğine yağ sürecek!

Haydi, unutun yukarıda saydığımız gerçekleri ve sayamadıklarımızı ve kutlayın yeni yılınızı!

Mutlu yıllar!


12 Aralık 2011 Pazartesi

Sıkılıyoruz!



Hayatımızdaki sevimsiz şeylerin, hiç farkında olmadan, yaşamımızın merkezinde yer almalarına alıştık sanırım. Hiç garip gelmiyor bize, yaşadığımız hayatın, anlamsız yanlarının bize kattığı anlamsızlıkların çokluğu ve saçmalığı! Ne çok isterdik değil mi, gereksiz ayrıntıların hem görüntü olarak, hem düşünce olarak bizlerden uzak olmasını.

Mesela evimizde bulunan birçok eşya, bizim için gerekli veya gereksiz de olsalar, oradalar işte, farkında mısınız? Bir zamanlar çok beğenerek ve isteyerek aldığınız koltuk takımları artık gözünüze sevimsiz gelmekteler. Vitrinde ilk gördüğünüzde sizin olmasını istediğiniz kıyafeti sadece bir gün giyerek usandığınızı hatırlıyor musunuz? Ne sevgililer bulduk, hiç usanmadan seveceğimizi sanarak ama gördük ki onlardan da sıkıldık! Üniversite hayali kurulur, başlanır ve sonrasında ondan da sıkılırız! İş yaşamı hayal edilir, koşturmacalar sonrası, ondan da sıkılırız! Çocuğum olsun diye yıllarca arzu edenler, bir zaman sonra ondan da sıkılmaktan geri durmazlar.

İnsanoğlunun, sıkılmak gibi, negatif bir yanı olmasaydı, daha mı mutlu olurdu? Sıkılmak nedir aslında, neden sıkılırız, sebep nedir? Sıkılmak üzerine birçok sohbetiniz olmuştur yakın bulduklarınızla, sonuç olarak, bu sohbetlerden de sıkıldığınızı anımsıyor musunuz?

Böylesine sabırsız ve sıkılgan olan bizler, bu soruna nasıl bir çözüm getirebiliriz? Ne yaparsak artık sıkılmayız veya ne yaparsak, sıkılmaktan kurtuluruz?

Bu soruna küçük çapta çözümler bulsam da, çoğu zaman sıkılmaktan kurtulamayan ben, şimdi bu satırlarda iyi bir çözüm bulacak olursam, asrın en büyük sorunlarından birisini çözmüş olacağım. İlk günlerde hoşuma gitse de bu durum, eminim kısa bir süre sonra yine sıkılacağım!

İnsanlık sıkılmaktan asla vazgeçmeyecek, yaradılışımızdan bu yana, hep sıkılmışız bir şeylerden…


Ozan Muhammet CANDAN

29 Kasım 2011 Salı

Facebook'tan mesaj at!


Dünya düşünme günü!

Duraksıyorum zamanın birinde. Tarih nedir, saat kaçtır, hiç umurumda değil zaten! Önemli olan, istediğin bir zaman diliminde bulunmak değil midir? Şaşırıyorum birçok şeye, şaşırmamak mümkün mü? Aşklar başkalaşmış, hasretler başkalaşmış, arzular, tutkular, değişmiş her şey, üstelik kimseler farkında bile değil!

Yaşayıp gidiyoruz işte, tencere içinde kaynayan makarnanın, neden kaynadığını bilmediğinden, ne farkımız kalmış?

Hepimiz sıra dışıyız, hepimiz çok özeliz. Özeliz tamam da, neyimiz özel? Sıradan, bayağı bir yaşam işte! Kimisi lüks içinde yaşıyor, kimisi ne bulursa onunla yaşıyor. Belki bir kısım da açlık sınırında veya altında. Sonuçta, saçma bir yaşamın, ortasında buluşuyoruz!

Adını da yaşamak koymuşuz!

Doğru düzgün sohbet etmekten uzaklaşarak, samimiyetleri çöpe atarak! İnsanlığımızdan utanmamız gerekirken, hala insanız diye yaşayarak, kimi kandırıyoruz?
Kendimizi mi?
Başkalarını mı?
Nereden gelip, nereye gidiyoruz?

Düşünmeden yaşamak biçimine dönüşmüş durumda her şey, üstelik çok da akıllı olduğumuzu sanarak yapıyoruz bunu!

Birileri turuncu devrimler yapar, birileri Arap baharı başlatır, birileri ülke yönetir, birileri kriz yönetir, birileri mutludur, birileri doymaz, birileri Hint kumaşıdır, hiçbir yerde bulunmaz!

Sonuçta, böcekleştirilmiş beyinlerimizle, çözüm ararız, çözüm üretiriz ama her zaman “sıfır” olur bulduğumuz çözümlerin tek adresi! Artık yeter diye, isyan eder dururuz da, isyanımızı kimseye duyuracak kadar cesaretli olamayız!

“Dünya düşüneme günü” var mıdır?

Yoksa bile, 29 Kasım tarihini “dünya düşünme günü” ilan ediyorum!

Bugün cidden düşünelim, öyle sırdan ve şapşalca değil, adam gibi, düşünelim!



Ozan Muhammet CANDAN

26 Kasım 2011 Cumartesi

İnsan olmak adına!

Güneş okşuyor kirli sakallarımı. Denizin kendine has kokusunu çekiyorum ciğerlerime. Montumun ütüsüzleşen yakasını kaldırıyorum boynuma. Bir de uzanabilsem kayalıkların üzerine, sele serpe…

Karşı kıyıdan gelen bazı kokular da karışıyor deniz ve yosun kokusuna. İçlerinden tanıdıklarım var, tanımadıklarım var ama taze ekmek kokusunu her yerden alırım ben. Yunan köylerinden geliyor bu kokular. Köyümüz aklıma geliyor, hangi evde, ne zaman ekmek yapılacağı belli olmaz ama o sokaktan geçmek yeterli, mutlaka davet edilirsin. Sıcacık, içi peynirli, ince doğranmış kuru soğanlı bir sıkma verirler, yersin.

Zamanı geri alıp orada olmak vardı…

Köyün tozunu solurduk, ciğerlerimiz açılırdı! Şimdi şehrin tüm pisliği doluyor ciğerlerimize, nefes alamıyoruz. Gevşemiş bütün cıvatalarımız, yuları gevşek beygirler gibi, koşuşturuyoruz sağa sola. Ne amacımız belli, ne varmak istediğimiz nokta! Sahipsiz düşünceler gibiyiz her birimiz, hiçbir işe yaramayan!

Dostlukları hatırlıyorum geçmişten bu güne gelen, sıcacık demli çayları…
Ege’nin hafif rüzgârı eşliğinde, “bir gün olsun unutunca, dışımda kalıyorsun, oysa seni düşününce, içime sığmıyorsun zaman, zaman” diye, mırıldanılan eski şarkılar. Var da var, heybem dolu anlayacağınız.

Arkadaşlıklar bile başkalaştı. Eskiden, en azından telefondan aranırdı dostlar, şimdi, ben filanca yerden yazdım görmedin mi’ye dönüşmüş durumda! Görmedim deyip, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, ne istediniz insanlıktan, dostluklardan, diye!

İsyankârlığımı da cebime katıp, çekip gidesim geliyor! Usanmışlıklar içinde ne kadar mutlu olunur? Acaba sorun bende mi, yoksa gelinen noktada mı? Sahi siz, siz de şikâyetçi misiniz? Yapay yaşamın kıyılarında dolanmaktan usanmadınız mı?

Gelin bir değişiklik yapalım hayatımızda, ne dersiniz? Öncelikle şehrin en sıkıcı yanı olan, somurtkan maskelerimizi çıkaralım yüzümüzden. Sonra, gülümseyelim belediye otobüsüne binerken karşılaştığımız insanlarla. Şoföre, iyi yolculuklar, iyi mesailer diyelim. Simitçiye, bugün nasılsın diyelim. Çaycımıza iyi gördüm seni, yine formundasın diyelim. Diyelim işte bir şeyler, dostluk adına, samimiyet adına. Paylaşalım elimizde ki simidi, yan koltukta oturan hiç tanımadığımız insanla! Korkularımızı asalım mı bu gün, kıralım mı kalemini, korkularımızın?

Ne dersiniz, var mısınız?

İnsan olmak adına!


Ozan Muhammet CANDAN

23 Kasım 2011 Çarşamba

Psikobatak!


Şu an hayatından memnun kaç kişi var bu ülkede, hiç düşündünüz mü? Daha anlaşılır bir soru sorayım dilerseniz. Psikolojisi düzgün kaç insan var? 

Bu soru daha güzel geldi sanırım kulağınıza. Neden güzel geldiğini, ben biliyorum. Bir psikolojidir, tutturmuş gidiyor cümle âlem! 

Nedir bu psikoloji Allah aşkına? Nerede bulunur, alınır mı, satılır mı? Nasıl düzeltilir, kaportacı bir ustaya gitsek düzelir mi? 

Yok, ben psikologlara gitme taraftarı değilim. Ne yaptıysa onlar yaptı bu insanlara! Medyanın da pompalamasıyla, psikolojisi bozuk (aslında yok öyle bir şey) insanlar türettiler. Nedeni basit, bu ülkede, inançları dolayısıyla, insanların psikolojisini bozmak, değişikliğe uğratmak, hiç kolay değildi! Doğru düzgün işleri de yoktu psikologların, hem iş ürettiler kendilerine, hem iyi bir pazar oluşturuldu!

Diyeceksiniz ki, Avrupa’da insanlar gidiyorlar. Gitsinler efendim, onlar Avrupalı, bizim onlarla bir olmamız mümkün değil! Kültürümüz, alışkanlıklarımız, tutkularımız, aşklarımız çok farklı! Hastalıklarımız da! Siz, hiç sabah kahvaltısında kuru fasulye yediniz mi? Peki, yer misiniz? Çoğunuzun daha şimdi midesi bulandı bu teklif karşısında biliyorum. Neyse konumuz Avrupa değil, konumuz, arkasına saklanılmış olan bir gerçek, psikoloji hastalığı! 

Psikolojiyi öyle bir soktular ki, insanlarımızın beyinlerine, inanılmaz. Çocuğa babanın adı ne desen, psikoloji diye cevaplayabilir! Abartmıyorum, cidden öyle ama yani! Arkadaşımla sohbet ediyoruz, hararetli bir sohbet, iş tartışmaya dönüşebiliyor, neden böyle yapıyorsun dediğinde? Şak diye cevabı yapıştırıyor, psikolojim bozuk, kusura bakma! 

Olur, bakmayayım da, bu işin sonu nereye varacak? Yol ortasında iki araç sürücüsü kapışmış, etraftan konuşmalar yükseliyor, milletin psikolojisi bozuk arkadaş! Hadi canım, cidden öyle mi, yani? 

Önce kadınlarımıza bu hastalık hastalığını aşıladılar, şimdi sıra erkeklere geldi! Ne yaparsa yapsın, konu hiç mühim değil, nasıl olsa psikolojisi bozuktur!

Hayatımızda iyi gitmeyen ne varsa, sorumlusu kesin psikolojimizdir. Durum bu kadar kesin ve net yani. Hiç öyle çözüm yolları filan aramayalım. Alalım bir kutu yatıştırıcı ilaç, yatıştıralım psikolojilerimizi! Yani uyuşturalım beyinlerimizi, hayallerimizi, aşklarımızı, sevgilerimizi, geleceğimizi, gençliğimizi! 

İşler yolunda gitmiyor, düşünemiyorum, çalışamıyorum, üretemiyorum diyor, soruyorum mecburen, ne oldu, neyin var? Abi, sorma ya, psikolojim bozuk! Bir başkası, evliliğimiz iyi gitmiyor, gerçi ben alttan alıyorum da, hanımın psikolojisi iyi değil. Diğeri, geçenlerde okuldan aradılar, gittim, bizim çocuğun son zamanlarda psikolojisi bozukmuş. Bir şirkette telefona cevap verirken, arayan müşteriyi neredeyse dövecek gibi cevaplayan sekreterin bile mazereti hazır. Psikolojisi bozuk! 

Karpuzcudan karpuz alacaksın, adama karpuz nasıl demeye gelmiyor, kavga nedeni olabilir, çünkü psikolojisi bozuk! Birileri, aradıkları hakları savunma derdinde ama aradığı hakkı bırakıp bir kenara, polise saldırıyor, polis halkın can ve mal güvenliğini sağlamakla yükümlü, halka saldırıyor! İki tarafında mazereti hazır, psikolojileri bozuk! 

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bu psikoloji palavralarını bırakalım bir kenara! Ardına saklanacak yeni bir isim bulalım! 
Adını da, psikobatak koyalım! 

Çünkü öyle bir batmışız ki, bu psikoloji denen illetin içerisine, ancak bataklıkta olan insanlar grubu olabiliriz! 



Ozan Muhammet CANDAN

www.reklammarket.net

22 Kasım 2011 Salı

Hayat paylaşınca güzel!

Ne güzel bir reklam filmi, amacına ulaşmış bir çalışma. Toplumun çoğunluğu bu düşünce içinde olsa gerek, birçok arkadaşım beğeniyle izlediğinden bahsetti. Peki, gerçekten hayatı paylaşmayı, seven bir toplum muyuz? Asıl garip olan, bu reklam filmini çok beğendiğini ve etkileyici bulduğunu söyleyen tanıdıklarımın, bencil bireyler oluşudur.

Paylaşımların, uzun zaman önce birileri tarafından, içimizden çekip aldıkları bir “ruh” olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Gerçekten her şeyden uzaklaşıp bir düşünün. Düşünün, en son neyinizi, birisiyle paylaştığınızı. Paylaşsanız bile, bir hesap içinde olmadan, bunu yaptığınızı hatırlaya bildiniz mi? Dürüst olun, korkmayın, bu aramızda kalacak.

Paylaşma olgusu daha ikili, üçlü yaşlarda aşılanır toplumumuzda. Daha o yaşlarda ebeveynler tarafından paylaşmanın güzel yanları öğretilir. Ebeveynler tarafından öğretilen bu duyguyu, okul sıralarında kaybederiz!

Bencilliğin iyi bir şey olmadığını biliriz hepimiz, biliriz ama ne kadar uyguluyoruz? Toplumumuzda son zamanların en popüler durumu, bencillik ve vurdumduymazlık diyebiliriz aslında. Bunu yazarken en ufacık bir gocunma hissi uyanmıyor içimde. Nedeni basit, ben de bencilleştirme çalışmalarının sonunda, buna ayak uydurmuş olanlardanım beklide.

Eskileri hatırlıyorum. Birçok insan, yalnız yemek yemezdi, yalnız yemek, ayıp, günah veya çok acayip bir şey gibi algılanırdı. Sofrasında birilerinin bulunması, cidden mutlu ederdi insanları. Hafta sonu pikniğe mi, gidilecek? Ne yapar, ne eder, yanına mutlaka bir komşu, bir arkadaş, bir tanıdık alma isteği hissedilirdi. Şimdilerde, lokantalar yalnız yemek yiyenlerle, piknik alanları küçük aile bireylerinin eğlenceleriyle dolu.

Tabi bu, yeni oluşum toplumunun ve bireysellerin bir kabahati değil. Toplumu bu hale getiren, bazen bilinçli oluşum hareketleri, bazen de bilinçsizce o yönde yetişen/yetiştirilen yeni bireylerdir.

Zaten toplum olarak mutsuzluğumuzun ve ciddi anlamdaki başarısızlığımızın ana nedenlerinden birisi de, paylaşımdan uzak oluşumuz değil midir? Dünyada birçok başarılı bilim adamlarımız var, her biri kendi dalında başarılı ve amaçlarına ulaşmışlar. Peki, neden toplumcu değiller, hiç düşündünüz mü? Bunlar, neden bir araya gelerek, ülke için, toplum için bir çalışma içine girmezler? Bunun da belki birçok nedeni vardır ama bana göre, bencilliklerinden bu hareketi yapmazlar, yapamazlar!

Siyasileri düşünün şimdi de, hepsi bencilce hareket ederler, bencillik ve bireysellik yüzünden sahip oldukları iktidarları, koltuklarını kaybederler ama bencil düşüncelerinden asla arınamazlar. Başta sahip oldukları “paylaşımcı” düşüncelerini kaybettikleri için, sonları sessiz bir hiç olmaktan asla öteye geçemez.

Yine de hala “hayat paylaşınca güzel” diye düşünen bireylerin olması veya bulunması, insanı mutlu etmiyor değil. Reklam filmlerinde olsa da, hayatı paylaşıyoruz! Bu paylaştığımız hayattan keyifte alıyoruz.

Ne mutlu “hayatı paylaşıyoruz” diyenlere!

Ozan Muhammet CANDAN

14 Kasım 2011 Pazartesi

Üç nokta koyuyorum...


                                   Sen bitti say, ben üç nokta koyuyorum...

11 Kasım 2011 Cuma

On yedi...




                                           Kayıt pek olmadı ama :)


On Yedi


Olur da, bir gün gelirsen,
Hala aynı şehirdeyim!



İstasyondan,
On yedi numaralı otobüse binecek,
Eski dostlar durağında ineceksin…


İnce kapıdan, aşağı doğru yürüyecek,
Sağdan ilk sokağa sapacaksın,
Sol köşedeki ahşap duvarda,
Karanfilli sokak yazar,

Beton yoldan ilerle,
Sonra, sağa çevir başını,
Pencerelerden sarkan sardunyalar,
Ve mis gibi kokuları karşılayacak seni,

Orada öylece durakla,
Geçmişe dalacaksın…

Yıllar öncesine…
...merhaba de…

Belki gençliğin gelecek aklına,
Belki sarı saçlarım,
Belki de mavi gözlerim!

Şimdi ilerle biraz daha,
Sağ yanında,
Bir tahta kapı göreceksin,
Sarı renkli, boyası eskimiş!
Üzerinde on yedi yazıyor…
Mavisi biraz silinmiş!

Hafiften, bir de müzik sesi gelirse kulağına,
Doğru zamanlama demektir,
Gir oradan içeriye, çekinme!

Geçse de aradan, on yedi yıl,
Seni orada, öylece bekliyor olacağım…




Ozan Muhammet CANDAN

10 Kasım 2011 Perşembe

En çok sen sevmiştin beni!


Kalemimi ajandanın arasına bıraktım. Gün doğmak üzereydi. İçimdeki karanlıkları aydınlatmayacak olan bir güneş değil miydi, doğması beklenen! Doğsa ne olur, doğmasa ne? Radyoda onun yöresinden bir türkü fısıldarken kulağıma, onun sesini de anımsıyorum arada bir. Delilik ile akıllık arasında bir çizgide olan aklıma şaşıyorum! Anlaşılır gibi değil!

Nereden dönüp dolaşıp geldim aynı noktaya ve demir attım yine anlamıyorum.  Ne zaman uzaklaşmak istediysem, başaramadım! Yazıklar olsun bana! Kendini aşağılayan insanlardan nefret ederken, kendisine en aşağılık biçimde davrananlardan olmuşum. Hiç farkında değilim! Koridorda adımlarken, yine karşılaştık, suratına okkalıca bir yumruk atasım geldi! Son zamanlarda ifrit oluyorum aynada gördüğüm bana!

Alttan alacağımı düşündüğüm, tüm kötü düşüncelerimi rafa kaldırıp, masamın başına geçtim yeniden. Yazmayı hayal ettiğim en güzel yazımın satırlarına yoğunlaşmaya çalışırken, tüm bunları düşünmenin bir anlamı yoktu!

Kesik öksürüklerimden birisi takıldığında özeğime, hayatın aslında, ne kadar da yaşanılası bir yanı olduğunu anlıyor insan. Bunu da öğrendim! Elim gayri ihtiyari çerez tabağıma uzandı. İçindeki fıstıkların kabuklarını değil, geçmişten gelen hatalarımı ayıkladığımı fark ettim. Şu çerezlerin kabuğu kadar, kolay ayıklansaydı hatalarım, ne vardı? Düzeltmek istediğim yanlışlarımın üstüne, yenilerini eklemek iyice çıldırtıyor beni! Hani bırakacaktım şu sigara denen illeti! Yakmışım, yine farkında olmadan! Dumanı sanki midemin içine gidiyor gibi. Herkesin ciğerine giderken, benim midemde mi, dolaşıyor acaba!

Mide bulantıma, baş ağrısı da eklenince, işkencenin en alasını yaşamaya başladım. Şeytan diyor…’neyse, boş ver şeytanı şimdi, diyorum!

İnsan kaybetmeye bir alıştırdı mı, kendisini, sonu gelmez mi, kaybetmelerin? Yani herkes böyle mi, düşünüyor? İstanbul sokaklarını dolaştığım bir gece geldi aklıma! İçimdekileri çıkartabilmek için gezmedik sokak bırakmamıştık! Ne geceydi! Aklıma daha birçok şey geliyor aslında. Çocukluğumda hayal ettiklerimi bile düşünüyorum bu günlerde. Düşündüklerinin birçoğunu yapamamış olduğumu fark ettiğimde, basıyorum en ağır küfürleri! Küfürbazda mı, olamadım! Oldum anasını satayım!

Oysa hep gülümseyen bir çocuktum ve gülümseyen hayaller kurmuştum! Ah Nihal Hoca, bunlar benim değil, aslında senin hataların! Sen öğrettin bana, gülümsemeyi! Her sabah gülümseyerek okşamasaydın saçlarımı, sormasaydın hatırımı, sever miydim, gülümsemeyi! Sırf senin hatırın için okumadım mı, hiç sevmediğim romanları! Sen istedin diye, yazmadım mı, ilk mektubumu! Bana bu kadar kötülük yapacak ne vardı?

Şimdi kıytırıktan yazılar yazmakla tükeniyor günlerim ve gecelerim! Ne yazdıklarımı okuyanlar var, ne de kitaplarım sıralı raflarda! Oysa, sen çok güzel yazıyorsun, aferin demiştin bana! Ya sen kandırdın beni, ya ben kandırdım kendimi!

Şimdi hep seni arıyor gözlerim. Saçlarım ellerinin şefkatini özlediler! Verdiğin kurşun kalemi hala saklıyorum ve inanmayacaksın belki, ne zaman birisi "seni seviyorum" dese, ben hep seni hatırlıyorum!

Bir tek sen sevmiştin beni! En çok sen sevmiştin!



Ozan Muhammet CANDAN






9 Kasım 2011 Çarşamba

Deli sevdam...




Deli sevdam...


Gözlerin, yaşamak kadar derin,
Gözlerin, kılıç gibi keskin…

Sakın isteme benden!
Uzağımda kalamazsın!

Uyuyamam, yok, yok, alışamam!
Dokunmayınca saçların yüzüme!
Kâbus olur gecelerim,
Sensiz yaşayamam!

Çevirince başımı, yüzünü görmeliyim,
Sol yanımda olmasan da, varlığını bilmeliyim!
Ortalıkta teninin kokusu dolaşmalı!
Sevdiğin kıyafetler, gar dolabında olmalı!

Sesini işitmeliyim,
Şarkıların kulağıma ulaşmalı!
Her sabah, erkenden uyanmalı,
İçtiğin kahveden yudumlamalıyım!

Ne zaman geç kalsam,
Asılmalı suratın, gerginleşmeli kaşların!
Tavır almalısın önce,
Bir öpücükle, yumuşamalısın sonra!

Bana sevgini anlamalıyım,

En kızgın anlarında,
En olmazlarında!
En çıkmazlarında!

Biliyorum, biliyorum!
Sen aşkın, bu güne kadar, yazılmamış yanısın,
Hiç anlatılmamış tarafısın!
Dokununca kırılmayan,
Sevmekten usanmayan,
Sevilmekten bıkmayanısın!

Sen sevdanın en son hali,
Sen…

Sen var ya sen…
Aklımı baştan alan,
Deli sevdamsın!
Deli sevdam…



Şiir & Yorum
Ozan Muhammet CANDAN






 


8 Kasım 2011 Salı

Beni yazın...




Nerede bir ayrılık olsa,
Nerede bir yalnızlık
Ve nerede bir hüzün,
Oraya beni yazın!

Çıkmaz sokakların tam ortasına
Sahipsiz kalan duygulara,
Anlamını yitirmiş aşklara…
Beniz yazın!

Beni yazın sonbaharlara,
Beni yazın zemheriye, kara kışa!
Beni yazın, unutulanlara,
Beni yazın, yüreğinde inadına, sevda avutanlara!



Beni yazın ki,
Anlaşılsın aşkın kıymeti!
Beni yazın ki,
Kopsun sevdanın kıyameti!
Beni yazın ki,
Bitsin bu aşkın serüveni!



Ozan Muhammet CANDAN

Bitirmeliyiz!


                                       

Sensizlik üstüne yazıldı satırlarım,
İçinde yalnızlığım ve ayrılıklar…


Aramak aklıma gelse de,
Elim varmadı telefona…

Belki de aramalıydım!
Duyurmalıydım isyanımı, sonuna kadar,
Varmalıydım bu işin en ucuna!
Yakmalıydım işte, gemileri!
Olmadı!

Yapamadım yine, Allah kahretsin!
Söyleyemedim, ne kendime, ne de sana,
Artık bitsin, yazık değil mi, aşka?
Günah değil mi, yalnızlığa?

Hakkını vermeliyiz,
Ayrılıkların!
Geceler kadar derin,
Kışlar gibi serin olmalı!
Fırtınalar kadar deli,
Çöller gibi ıssız!

Ölüm gibi…
Acımasız!

Bitirmeliyiz!
Dün gibi!
Gün gibi…
Bitirmeliyiz!


Ozan Muhammet CANDAN

30 Ekim 2011 Pazar

Sıradan günler ve gündemler 2


Sahipsizliğini düşündü bir süre oturduğu tahta iskemlede. Sonra, sahip olması gerektiklerini hayal etti. Kalktı oturduğu yerden, yürümeye başladı, adımları artık taşımıyordu onu. Yol üzerindeki taşlar kadar çoktu korkuları aşk’a karşı. Aşk’tan kaçmaya çalıştıkça, ayağına dolanan taşlar gibi, dolanıyordu yüreğine aşklar! 

O aslında sevmek taraftarı değildi, belki sevilmek yeterliydi çelimsiz yüreği için. Çünkü onun yüreği, sevmek denen ağır yükü kaldırabilecek kadar güçlü değildi!
Sevmek ciddi bir işti, ciddi olduğu kadar, güçlü bir yürek, sağlam bir duruş gerektirirdi! Zamane aşklarını ve aşıklarını anlamaya çalışıyordu! 

Onun tabiriyle aşk, yalansız, dürüstçe ve çıkarsız olmalıydı! Birisinin yüreğine sahip olmak, birisine sahip olmak için, gerçekleri saklamak, bu zamanın bir getirisi miydi? Çok yabancısı olduğunu anladı bu zamanın! Rüzgar yalayıp geçti yanaklarını. Gözünden düşen birkaç damla yaşın, buz gibi olduğunu hissetti. Yakalarını kaldırdı eskimeye yüz tutmuş olan montunun…

Aslında soğuk değildi ama üşüyordu!

Havanın kararmasına birkaç saat vardı. Ortalığın tenhalığı, günlerden Pazar oluşundan olsa gerekir, diye düşündü. Aslında, işine yaramıştı bu durum, ağladığına şahit olan birileri olsaydı, aynada bile kendine bakamazdı utancından! Utanmakta haklıydı, hayatta tek istediği, kendine ait bir yuvasının olmasıydı. Sırf bunun için sevmez miydi, sevilmez miydi, insan denen yaratıklar?

Neden her seferinde yeni sürprizler yaşatıyordu, hayat!  Tüm doğa, işi gücü bırakmış, sanki onunla uğraşıyordu! Öyle değilse bile, şu an, öyle olduğunu düşünüyordu. Çaresiz kaldığını düşündüğü zamanlarda, düşünmeye ihtiyacı olurdu ve bu bir sigara daha içeceği anlamına geliyordu.

Cebindeki paketten bir sigara daha çıkardı, yakmaya çalıştı ama olmadı, kaldırıp attı çakmağı sol taraftaki kayalıkların oraya. Denizi de artık sevmeyecekti, artık hiçbir şeyi sevmemeliydi! Yolun sonunda olan bakkaldan, yeni bir çakmak almaya girdi. 

Bakkal başka bir ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda, çekip gitmek istiyorum, dedi!  Bakkal suratına bakarken, o çoktan adımını atmıştı sokağa.

Keşke şu bakkaldan çıkıp gitmek kadar kolay olsaydı, tüm sorunların içinden çıkmak, dedi ve yürümeye devam etti…

Hoşça kalın…




Ozan Muhammet CANDAN



29 Ekim 2011 Cumartesi

Bir fincan kahve...


Hayatımızın birçok vazgeçilmezi vardır. Bunlar zamana ve yaşadıklarımıza göre yer değiştirir veya tamamen değişir. Değişime zaten alışmış insanlarız, teknoloji çağının insana kazandırdığı yeni özelliklerden birisi de bu olsa gerek. Tarzımızı değiştiriyoruz, saç rengimizi, evimizi, arabamızı, eşyalarımızı, çantamızı, bilgisayarımızı ve bazen dostlarımızı bile değiştirme ihtiyacı hissedebiliyoruz…
Her ne kadar, değişime ve değiştirilmeye meraklı olsak da, hayatımızda bazı değişmez keyifler vardır. Mutlaka sizlerin de vazgeçmek istemediği ve keyif aldığı birçok şey vardır. 

Kişisel olarak benim de birçok tercihim vardır, en önemlisi, güne sporla başlamak, bu beni rahatlatır. Gün için kendimi daha hazır hissederim. Ardından sıkı bir kahvaltı olmalıdır, yoksa güne eksik başlarım. Eminim spor hariç birçoğunuz iyi bir kahvaltı yapmaktadır. Yapmayanlar da bu konuya dikkat etsinler istiyorum. Kahvaltı insanın gün için, eksik kalan tarafını tamamlayan bir öğündür. Diğer öğünler aksamış olsa da çok önemli değildir.
Benim vazgeçilmezlerim arasında yer alan bir şey daha var. Kahve…

Dinlendirici özelliği mutluluğu, acılığı hayatı, kokusu yuva sıcaklığını, köpüğü hayatımızda yaşadığımız inişleri çıkışları hatırlatır. Yani bir fincan kahve, öyle basit bir şey değildir, içinde birçok şey saklar. Her yudumda değişik duygular yaşatır, aşk gibidir…

Kahve içmek aslında bir alışkanlıktır. Herkes kahve içmez veya içemez, kahve içen insanların ortak noktaları da vardır. Mesela sohbet etmeyi seven insanların, kahve içmekten hoşlandığı bilinir. Kahve koyudur ve koyu sohbetlerin de anahtarıdır aslında. Kahveyi ciddi insanlar içerler ve ciddi konular konuşulur. En ciddi işlerin başlangıcında da kahve vardır. Mesela iki insanın hayatının değişim noktasında, kız istenirken, kahveler yudumlanır.

Bir dostunuzla ya da arkadaşınızla buluştuğunuzda, ortaya iki fincan kahve geldiğinde, iyi bir sohbetin başlayacağını anlarsınız. Kahveler acıdır ama sohbetler tatlıdır. Atalarımız bile bu konuda “bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” diye, önemli ve iddialı bir söz söylemişler. Bu kadar ciddi bir içeceğin, sohbetleri de yavan olamazdı sanırım.

Yazımızın başında değişimden, değişmekten bahsettik. Aslında toplumumuzun tek değişmez alışkanlığı ve keyif aldığı “kahve” olsa gerek diye düşünüyorum. Birçok insan kendini değiştirirken, sevdiği şeyleri değiştirirken, değiştiremediği tek bir şey var, kahve!

Haksız mıyım, şöyle bir düşünün bakalım?

Neler değişmiyor ki? Değişmeyen neredeyse hiçbir şey kalmadı ama ne kokusu, ne tadı, hiç değişmedi kahvelerimizin... 

Şimdilerde birçok katkı maddesi katılmış olan kahve çeşitleri olsa da, hala kokusunu korumaktadır kahve. Nasıl ve ne çeşit olursa olsun, ben buradayım diye haykırır çevresine, beni unutmayın der!

Kahvaltı sonrası güzel bir kahveye, kim hayır diyebilir ki? Şimdiden afiyet olsun...

Yaşadığınız müddetçe, sizin de bir fincan kahve kadar değerli ve unutulmaz olabilmeniz dileğiyle, hoşça kalın…


Ozan Muhammet CANDAN

25 Ekim 2011 Salı

Bana seni anlat!

Benim sesimden dinlemek isterseniz...
Kayıt biraz kötü olsa da yayınlamak istedim, ilerleyen bir zamanda daha iyi bir kayıt ile yenileriz :) 


Hayallerim var, senin bilmediğin,
Sana dair, umutlarımla yaşıyorum!
Şarkılarım var, türkülerim var dinlediğim,
İçinde seni aradığım ve yaşadığım!
Dualarım var, Tanrıdan dilediğim,
Düşüncelerinde olmak için çabaladığım!
Şimdi toplasam duygularımı,
Yollasam sana, kabul eder misin?
Taşıyabilir misin, bu ağır yükü!
Beni azıcık da olsa, anlayabilir misin?
Fark eder misin, adını duyduğumda,
Yüzümde oluşan tebessümü!
Şimdi karşımda olsan,
Yıldızlı gözlerinle bana bir baksan!
Sen ateş olsan, ben yansam!


Bu bir hayal mi?
Oyun mu?
Adını bilmiyorum!
Öylesine şeyler işte…
Sanırım saçmalıyorum!


En güzeli bir gün, karşında olmak!
Sessini duymak, seni yaşamak!
Bakışlarına dokunmak…
Konuşmak hiç susmadan,
Ara vermeden, nefes almadan!
Ben seni konuşmaya doyamam!
Seni anlatmaya da, fakat…
Arada bir olsa da,
Bana, bilmediğim seni anlat!

Ozan Muhammet CANDAN










24 Ekim 2011 Pazartesi

Özlediğini bulmak!

Özlemek nedir, hasretliği iliklerine kadar hissetmek, tüm bunlarla yaşarken, en özlediğini bulmak, karşılaşmak…

İnsan, en çok özlediğini karşısında ansızın bulduğunda tam olarak ne hisseder, neyi hissetmelidir? Çok özlediğinizi karşınızda gördüğünüzde, boğazınızın düğümlendiğini, ne söyleyeceğinizi bile düşünemediğiniz anları, yaşadınız mı? Sahipsiz kalmış duygularınızın, düşüncelerinizin, sahibi tam karşınızda dururken, aklınızdan neler geçerdi?

Fırtınalı bir havada, sağa sola savrulan yapraklar olur ya hani, aynen öyle duygular yaşıyorsunuz. Beyninizin hücreleri, bu sallantıdan etkileniyor, düşünemiyorsunuz, hesap yapamıyorsunuz, ne duygularınızın hesabını, ne geçmişin hesabını!

Karmaşık duygular arasında çöküp kalıyorsunuz olduğunuz yere. Keşke insan olmasaydım diye düşündüğünüz bir an bile olabiliyor. İnsan olmak yerine, bir saksı çiçeği veya bir sinek ya da üzerinde oturduğunuz koltuk olmak, daha cazip gelebiliyor kişiye…



Kalbinizin hızlı vuruşları, suratınızın tam ortasına atılan yumruklar gibi etkiliyor sizi. Yoruluyorsunuz, bitkin düşüyorsunuz, sonra...


Sonrası var mı ki?

Ozan Muhammet CANDAN

23 Ekim 2011 Pazar

Yaşama tutunmak...

Hayallerimi yüklediğim omuzlarım, artık taşıyamaz duruma mı, geldiler? Nedir, bu içimde yaşadığım çelişkiler? Yorgun bir balıkçı gibi titriyor ellerim, aklımdaki satırları yazarken…

Denizin, güzel yanları vardır ama kötü yanlarını, denizin ortasında, çaresiz kaldığında anlıyor insan! Aklına gelen tüm çözümleri uygulamaya koysan da, bazen umduğun sonuçlara ulaşamıyorsun. Buna birçok neden üretilebilir. Fakat bu nedenlerin başında, kişi kendisini görüyorsa, ne yapılabilir? Bunun adı tamamen çaresizlik midir, yoksa geçiş evresi mi?

Geleceğe dair kaygılarımı yitirdiğim zamanlar, olmuyor değil elbette. Bahsi geçen bu zaman diliminin, ne kadarı düşecek payıma? Tarafıma düşen bu paydan, ne kadar fayda veya zarar göreceğim? Yaşama tutunmaya çalışırken, ne kadar gelecekle ilgili planlar ve hayaller kurabilirsin? Negatiflik üzerine kurulunca hayaller, pozitif sonuçlara gebe kalabilir mi?

Ayıkla şimdi pirincin taşını, ayıklaya biliyorsan!

İnsan, hiç kendi içinde kaygılar taşırken, umut adına düşüncelerini büyütebilir mi? Bunun çabasını veriyorum sürekli!

Yorulduğum zamanlardan birisini yaşıyorum sanırım…

İsyankarlık, asilikten gelir, demiştim bir yazımda. İsyan etmek iyi bir şey değil belki ama her şeye razı olmak da bana göre değil! Ne zaman diner insanın içindeki fırtınalar, ne zaman durulur kaygılarımız? 

Gelmek için hiç can atmadığım bu yeryüzünde, neyin mücadelesini, neden vermek durumundayız! Dünyanın pisliğini, yaşanmazlığını, adaletsizliğini, yaşamaya mecbur bırakılan bizler, ne yapabiliriz bu çaresizlik içinde?

Kader deyip geçenlerimiz vardır aramızda ama ben onlardan değilim! İnsan en çaresiz olduğu durumlarda bile bir mücadele verebilmeli. Vermeli ki, hayata tutunabilsin, vermeli ki, başarıya ulaşabilsin! Üzülmesin hiçbir insanın yüreği, akmasın gözünden tek damla yaş!

Her ne kadar çaresiz bir yanımız olsa da, çözüm bulmak için mücadelemize devam etmeliyiz. Bu mücadele sonunda kaybedeceğimiz kesin olsa da, kaybetmenin de kazandıran yanlarını unutmadan tutunmalıyız yaşama…

Yaşamın hayat soframıza getirdikleri, insancıl olmasa bile, biz insanca yaşamayı başarmaya çalışmalıyız! Bunun mücadelesini verdiğimiz zaman, başarılı ve umutla dolu bir insan olabiliriz...



Ozan Muhammet CANDAN






17 Ekim 2011 Pazartesi

Sensizlik soğuk!

Dışarıda hava soğuk, içeride kahve sıcak!
Ortam da sıcak, kalp soğuk, hava gibi!
Kış güzel, güzel olmasına da,
Senin kadar güzel değil!
Her şey yolunda ama içim buruk!
Sensizlik buz gibi, soğuk!

Ozan Muhammet CANDAN

Kızıyorum!

Pembe köşklerde otururken, kenar mahalle sakinlerine seslenen ve yapılan zamlar hakkında, onlar adına üzüntülerini dile getirenlerden nefret ediyorum!


Bir elin yağda, ötekisi balda, neyin hayıflanmasını yapıyorsun? Sormazlar mı adama, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye?


Altında bilmem kaç bin liralık araba olacak, milyon dolarlık dairelerde, villarda yaşayacaksın, dün gece yemekte veya gece kulübüne bilmem ne kadar hesap ödeyeceksin, bir o kadar bahşiş bırakacaksın, sonra çıkıp meydana zamları eleştireceksin!


Sana ne zamlardan? Zamlar yattığın yatakta dikenli tel mi, büyütüyor? Sofranda eksik bir şeyler mi, olacak? Mesela, bu hafta sonu Parise mi, gidemiyorsun?


Saçmalamayın!


Yapılacak bir şey varsa bunu siz değil, vatandaş düşünsün!


Ozan Muhammet CANDAN





15 Ekim 2011 Cumartesi

Kitap kapağı nasıl hazırlanır...

Kitap dediğimiz zaman, bilgi edinebileceğimiz, faydalanabileceğimiz, zaman geçirmek için vakit harcadığımız, eğlendirici, dinlendirici aynı zamanda öğretici yanları olan, yazılmış, basılmış, ciltlenmiş ve yayımlanmış, raftaki yerini almış olan ürünler aklımıza gelir. Sözlüklerde daha değişik bir açıklaması olabilir ama benim lügatimde kitabın tarifi, bu şekildedir.

Kitap her insanın hayatında mutlaka vardır, kimisinde az yer tutar, kimisinde çok fakat hayatında hiç kitap görmemiş veya eline almamış insan var mıdır, bilemiyorum ama ben olacağı kanısında değilim. Görüldüğü üzere ilgili olsak da, olmasak da kitap insan hayatının içerisinde yer alan, ekmek kadar, su kadar önemi olan bir ürün bizler için. Buraya kadar kitap insan için ne demektir, kısa yoldan anlatmaya çalıştım.

Konumuz elbette ki, kitabın insan hayatındaki önemi değil ama insan hayatında bu denli önemli yer tutan bir ürünün tasarımının da, ne denli önemli olduğunu sanırım anladık. Kitap tasarımı dediğimizde ilk aklımıza gelen, kitap kapağı tasarımı olacaktır çünkü, kitap içerisinde tasarımın o kadar önemi yoktur, sonuçta tasarım, kapakta yer almaktadır. Yani bir kitabın kalbi, kapağıdır, diyebiliriz.

Her tasarımda önemli olan birçok tasarım kuralı, kitap kapağı tasarımında da geçerlidir, öncelikle bunu belirtmekte fayda görüyorum. Tasarım kurallarını tam olarak bilmiyorsanız, öncelikle bu kuralları öğrenmenizi ve sonrasında ciddi işler üretmeye başlamanızı tavsiye ediyorum. Buradan ne anlıyoruz, kitap kapağı tasarımı ciddi bir iştir.

Tasarımımıza başlarken, kitap içeriğinde yer alan bilgilerin ve paylaşılacak yazıların içeriğini iyi bilmemiz gerekmektedir. Yani, basılacak olan kitabı okumaktan bahsediyorum, incelemekten, irdelemekten. Belki bir fırıncıya reklam metni yazarken veya kartvizit hazırlarken inceleme gereği hissetmezsiniz ama konu bir kitap kapağı tasarımıysa, o kitap içerisinde yer alanları okumalısınız. Buradan şunu anlıyoruz, kitap hakkında yeterli bilgiye sahip olmalıyız. Bu zaten, tüm tasarım yapacağınız ürünler ve işler için geçerlidir, bilgi sahibi olmadığınız bir ürünün tasarımını yapmak, gözlerinizi kapatıp, kalabalık bir trafiğin ortasından geçmeye çalışmak demektir.

Şimdi gelelim konumuzun detaylarına, bir kitap kapağı tasarımında kullanacağınız görseller, metinler önemlidir ama daha önemli olan bazı kriterler de var onlardan bahsedelim. Akılda kalıcılık, belki birçok tasarımda önemlidir ama kitap kapağı tasarımında çok daha önemlidir, bunu asla unutmayınız. Unutulmayan çabuk anımsanıveren detaylar yine çok önemlidir. Kitabı okuduğumuza ve bilgi sahibi olduğumuza göre, kitaba anlam veren ayrıntıları da biliyor olmalıyız, kitap içerisinde yer alan ve o kitaba anlam veren detayları unutmamalıyız.

Hazırladığımız kitabın içeriğinde yer alan bilgiler, daha önceden hiç kaleme alınmamış mıdır, yani daha önce o bilgileri veren kitaplar yayınlanmamış mıdır? Peki, bizim kapağını hazırladığımız kitabımızda yer alan bilgilerin farklılığı nedir, işte bunlara dikkat etmeliyiz.

Her tasarımın en önemli yanı özgünlüğüdür, yani kendine has bir yanının bulunmasıdır, çarpıcı bir yanı olmalıdır, buna dikkat etmeliyiz ve yapılan tasarımı sıradanlıktan kurtarmalıyız. Yapacağımız kitap tasarımının, topluma, çoğul kişilere ve kalabalıklara hitap edeceğini, belki milyonlara ulaşan bir okuyucuya veya inceleyecek milyonlarca kişiye ulaşacağımızı düşünelim. Böyle bir tasarımda en önemli konu nedir, bunu iyi bilmeliyiz, yani, o kitabı eline alan herkes, merak etmelidir. Evet, merak ettirmekten bahsediyorum, merak etmeli o kitabı eline alan veya rafta gören kişiler. Bununla birlikte fark edilmek, yine çok önemlidir, bunu kullanacağınız renklerle, görsellerle veya özel tekniklerle basılmış, hazırlanmış bir kapak çalışmasıyla yapabilirsiniz. Kitap içeriği ile ilgili görseller veya yazarıyla ilgili görseller kitap kapağında kullanılabilecek ürünlerin başında gelir.

Kitap kapağı tasarımının, aklı meşgul eden, düşündürücü, kapağı gördüğü zaman, okuyucuya soru sorduran bir yanı mutlaka olmalıdır. Yani sorgulamanın başlangıcı, kitabın kapağı olmalıdır. Bir fikir kitabının kapağında, okuyucu ile duygusal bağlantı kurulabilir mi, buna birçoğunuz olmaz yanıtı verecektir, ben de olabilir yanıtı verenlerdenim. Bundan birkaç yıl önce bu soruyu bana sorsaydınız, kesinlikle sizin gibi düşünür ve yanıtlardım ama şuna inanın, artık okuyucu kitlesi de, yazar kitlesi de, çok değişmiş durumda. Buradan şunu anlıyoruz, kitap kapağı tasarımı yapıyorsanız, o camianın içinde yer almanız, yani sizinde iyi bir okuyucu olmanız gerekiyor, bunu asla unutmayın. Çünkü kitap kapağı tasarımı, bulunduğunuz ve yaşadığınız zaman dilimiyle alakalı bir konudur. Bu birçok tasarım için geçerlidir ama kitap kapağı tasarımı için, kesinlikle geçerlidir. Bundan yirmi yıl önceki kitap kapağı tasarımlarını bir düşünün, bir de şimdilerde yapılan tasarımları düşünün, o zaman ne anlatmak istediğimi, çok daha iyi anlayacaksınız.

Ben tüm tasarımlarda karmaşadan daha ziyade, sadelik yanlısı birisiyim ve kitap kapağı tasarımında da, sadelik ve yalın bir tasarımın daha etkileyici olacağını düşünüyorum. Yani, okuyucuyu yormadan, kendisi hakkında fikir sahibi olmasını sağlayacak bir kitap kapağı tasarımından bahsediyorum. Kullanacağınız renkler ve tonlamalar okuyucuyu içine çekmeli, tüm bunları yaparken de, yine her zaman belirttiğim gibi, yapacağınız tasarım amacına uygun olmalıdır. Tüm bunları düşünürken, tasarlarken veya oluştururken ekonomik yanını da düşünmeniz gerektiğini bilmenizde fayda görüyorum. Kısa bir şekilde teknik detaylara girmeden, bir kitap kapağı tasarımında dikkat edilmesi gerekenleri sizlere anlatmaya çalıştım, umarım faydalanabileceğiniz bir yazı olmuştur.

Yeni bir konuda yine görüşmek üzere…

Tasarımınız bol olsun…


Ozan Muhammet CANDAN
Grafikerler.org










14 Ekim 2011 Cuma

Gelişen teknoloji!

Havalar soğumak üzere ve bu günlerde çok dikkatli olmak gerekiyor. Müthiş bir salgın var yine. Eskiden bu kadar çok grip salgını olmazdı, en azından hatırladığım kadarıyla öyleydi. Ben çocukken bile çok az gribe yakalandığımı hatırlıyorum, kaldı ki, o biçim soğuklar olurdu, kar, fırtına, tipi, aklınıza ne gelirse bulunurdu bizim oralarda. Buna rağmen kolay hasta olunmazdı ama şimdilerde rüzgar esse korkuyoruz, korkmakla kalmıyor, hasta oluyoruz.

Gelişen teknoloji insanın dayanma gücünü ve direncini mi, kırdı acaba diyorum. Yani teknoloji gelişirken, insanlık genetik olarak geriliyor mu? Bu konuda bir çok düşünceye sahibim ama bu düşünceye yeni bir şey daha eklendi artık, gelişen teknoloji insanı hasta da ediyor!

13 Ekim 2011 Perşembe

Çatışmalar, çakışmalar...

Yeni nesil hiç eskimeyen bir sözcüktür, her eskimekte olan nesil için, her zaman diliminde, mutlaka yeni nesiller bulunmaktadır, aslında eskimeyen bir yeni nesilden söz ediyoruz. Bana göre yeni bir nesil varken, başkaları için, ben yeni nesil sayılır ve kabul edilirim.

Yeni nesil erkekler, yeni nesil kadınlar, yönetmenler, öğretmenler, teknik direktörler, yeni nesil yazıcılar, buğdaylar, yeni nesil kuaförler diye uzayıp gidecek bir listemiz var önümüzde. Yeni nesil gençlik bunlar arasında sanırım en yaygın kullanılanı olsa gerek. Eski nesil zamanında yeni olan nesiller, şimdinin eski nesilleri.

Yeni nesil grafikerler’e ne demeli? Yani, yaşı eskiyen grafikerler dinozor sınıfına terfi ederken, arkadan yetişenler yeni nesil olarak adlandırılmakta. Doğru mudur, değil midir, bu ayrı bir konu.

Grafik sanatının belli başlı kuralları vardır ve bu kuralları uygulayanlar başarılı grafikerlerdir, uygulayamayanlar grafiker değil, grafikerlik yapmaya çalışanlardır. İyi bir grafikerin eskisi, yenisi olur mu? Olur diyenlerimiz olduğu kadar, yok canım ne alakası var, eskisi de iyidir tasarım kurallarını bildiği ve uyguladığı sürece, şimdiki zamanda bulunan da, diyenlerimiz ve düşünenlerimiz olacaktır, olmalıdır da zaten.

Grafikerliği çok fazla ciddiye alan bir tüketici gurubu olduğunu düşünmüyorum, hizmet verilen kişileri göz önüne getirdiğimde. Yani grafikerlik, oradan buradan resimleri toplamak, yazıları derlemek, müşterinin istediği şekilde yapılacak işi uygulamak şeklinde yorumlanmaya başlamış durumda. Bunu abarttığımı düşünenleriniz mutlaka olacaktır aranızda, fakat birkaç gün öncesi yaşadığım ve karşılaştığım eski bir müşterimle aramızda geçen diyalogdan bunları anladım. Uzun zamandır mesleğimle ilgili çalışmalar yapmadığımı, sadece kıramadığım insanlar için bazı işleri yaptığımı belirtmek istiyorum.

Bahsettiğim müşterimin bir at çiftliği var, oldukça büyük ve güzel bir yer, bazı tanıtım çalışmalarında birlikte çalışmıştık, başarılı ve güzel sonuçlara da ulaştığımızı biliyorum. Benim işim, bir işletmeye para kazandırmaktan daha çok, o işletmeyi markalaştırmaktır ve ben bunu sağlarım, para kazandırma konusu, ayrı bir projedir ve ayrı çalışmalar gerektir.
Gerçi, reklamcılık genel anlamda işletmelerce, hem geniş bir tanıtım ve markalaşma, hem para kazandırması gereken bir meslek gibi algılanır, yani müşteri bir taşla, iki kuş vurmayı düşünür, ben bu ikisini daima ayrı tutanlardanım. Yani, hem tanıtım ve markalaşma, hem para kazanmak isteyen bir işletmeye, iki ayrı çalışma ve proje üretilmelidir. Bu işletme, benimle çalıştığı dönemde “marka” olmayı istemiş, ben de bu yönde kendilerine gerekli çalışmaları yapmıştım. Sonuç olarak yaptığımız çalışmalar karşılığında istediğim sonuca ulaştım, dolayısıyla, işletme de istediği marka değerine ulaştı.

Eski müşterimin elinde yaptırdığı flayerleri görünce, işletme için yapmış olduğum çalışmalarımın, harcadığım mesainin de ne kadar boşa gittiğini görmüş bulundum. O işletmeye kazandırdığım marka değerini alt üst eden berbat bir çalışmaydı. Nerede yaptırdığını sorduğumda, böbürlenerek, her şeyi ile ben ilgilendim, resimleri, yazıları vs. ne gerekiyorsa ben yaptım dedi. Kendin mi, hazırladın yani dedim. Yok canım, iyi bir grafiker var, ben tarif ettim, o istediğim gibi yaptı dedi. Gülümsedim, gerçekten çok güzel olmuş, sen bu işlerden de iyi anlıyormuşsun dedim.

Yeni nesil grafikerlerin hepsi, umarım bu yolda yürümüyordur, yoksa sektörün eski nesilleri olarak, yok olmaktan kurtulamayacağız. Çünkü eski nesil grafikerler yaptıkları işlerin sadece kendilerine ait olmasına özen gösterirlerdi. Şahsen ben öyleyim, benim gibi düşünen birçok eski, nesil tasarımcı da aynı düşüncede olsa gerek…


Ozan Muhammet CANDAN

Herkes bilir seni sevdiğimi..

Herkes bilir seni sevdiğimi,
Kimileri hala inanır, benim gibi,
Kimileri asla inanmaz,
Korkarken kimileri bu aşktan,
Cesurca koşarım yüreğine,
Anlatmamı istese birileri,
Buna gücüm yetmez…

Gecenin bir yarısında,
Şehvetli sözcükler arasında,
Ter içindeyken bedenim,
Ruhum içimde durmaz,
Aşklar kısa sürer derler,
Ben de buna inanmam,
Kısa sürmüş olsaydı,
Hala sever miydim?

Tutsak olmuşken birileri,
Farkında değildir diğerleri…


Ozan Muhammet CANDAN

Hangisi doğru, hangisi yanlış?

Herkes sevilmek istiyor, kocaman sevilmek, delice sevilmek, sınırsızca, sonsuzca sevilmek! Böyle düşünüyordum bir zamanlar ama günümüze göre şartlar azıcık değişti, ne sevilelim, ne sevelim, birazcık eğleşelim durumuna geçiş yapıldı gibi geliyor bana.

Sevginin kıymetini iyi bilir eskiler, yani eskitilenler dersem, daha doğru bir ifade kullanmış olurum…

Delikanlı, hemen arkamdaki sandalyede oturuyor, anlatıyor arkadaşına, ister istemez kulak misafiri olmak durumunda kalıyorum. Önceki gece sabaha kadar delice eğlendiklerinden, bilmem kaç bardak bira tükettiklerinden, kulaklarının hala duymakta zorlandığından filan bahsediyor, o ara dönüp ardıma “evet, kesinlikle haklısın, haydi beni boş ver, tüm kafeterya senin muhabbete ortak oldular” diyesim gelmediyse eşek olayım.

Artık ilişkiler, gürültülü, patırtılı, bol biralı ve ne yaptığını, ne konuştuğunu bilmeden yaşanır olmuş, bunu öğrendim. Adına da, sevmek, sevilmek deniliyormuş, şimdilerde! Sonra da, pişkin bir şekilde oturulur bir kafeteryada, gerinerek ve geğirerek anlatılır. Bu mudur, sevmek, sevilmek, aşk bu mudur?

Oh ne ala!

Kendimi, sevmesini iyi bilen ve bir o kadar da sevilmeye layık gören bir adam olarak, anladım ki bu sevgi, bu sevilmek, böylesi aşklar yaşamak, bana göre değil! Zaten yalnızlığımla birlikte imzaladığım 10.775 günden de bunu anlıyorum.

Gerçek sevgililer hayat doludur, eğlence onların kalplerinin içindedir, müzik oradadır, ses oradadır, aşk oradadır, sarhoşluk onun bakışlarından olur ancak, yuvarladığın bira bardaklarından değil!

Sevmek ve sevilmek işte budur…




Ozan Muhammet CANDAN

Samimiyetsiz bir yaşam...

Nasıl bir yaşam ve anlayış tarzıdır anlamıyorum!
Düşünün bakalım, paylaşımlarınızı, sohbetlerinizi, güldüklerinizi, ağladıklarınızı, haksız mıyım?
Eskiden dostluklar vardı, sıcacık ve samimice, ince belli bardaklardan yudumlanan çay sohbetlerini. Bu sohbetlerde, samimice paylaşılırdı dertler, tasalar, kaygılar ve daha birçok şey. Memleket meseleleri bile, bu sohbetlerde masaya yatırılır, çözüm aranırdı, eş dost, hısım, akraba kim varsa o an yanınızda, her şey konuşulurdu, tartışılırdı. Gerçi, hep büyüklerin dediği olurdu veya öyle olduğu kabul edilirdi ama olsun, sonuçta ciddi bir karşılıklı paylaşım söz konusuydu.
O zamanlar böyle, birçok insanın mutsuz olduğu bir ortam veya dünya da yoktu! Samimiyetle dinlenirdi karşınızda yer alan insanın anlattıkları, kafanızda o insan için çözümler üretirdiniz, çıkış yolları arardınız, konu komşu birleşirdi, birlikte dert ortağı olunurdu yani, derdine çare olmak vardı düşüncelerde.
Bugünlerde önce kendime bakıyorum aynada, sonra yakınlarımda olanlara, hayattan keyif almaz bir yanımız var, bunun yanında mutlu olunamaz gibi bir saplantı içerisinde toplumun çoğunluğu. Sanki birileri bizi, buna inandırmış veya sihirli bir değnekle dokunuvermiş.

Kiminle iki çift laf etmeye kalksan, mutsuz şeylerden bahsediyor, huzursuzluktan bahsediyor, ekonomik nedenleri bu yazdıklarıma katmıyorum bile. Durum böyle olunca da, insan önce kendini sorguluyor, sonra en yakınında yaşayanları. Ne oldu veya neler oldu? Ne yaptılar bize?

Bizler değil miyiz, sürekli güler yüzlü ve misafirperver yanımızla, insanlığımızla ön plana çıkartılan? Turizm çalışmalarında bile, bu yönümüzle her zaman bir adım önde olan bizler, acaba diyorum, kendimizi mi, kandırıyoruz?
Yani aslında mutsuzken, huzursuzken, yabancılara karşı iyi görünmek ve mutluluk pozları vermek gibi bir genetik özelliğe mi, sahibiz? Peki, bizden birisi değil mi, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, diye nasihatte bulunan?
Kendimize karşı bile bir samimiyetsizlik midir, bu yaşananlar?

Ozan Muhammet CANDAN

11 Ekim 2011 Salı

Sıradan günlerin ve gündemlerin üstüne...



Sızıp kalmışım bir kenarda ayyaş düşünceler içinde ve hiç ayılmak istemiyorum, ayılırsam kötü şeyler olacak.

Birçok farkında olmadığım gerçeği, fark edeceğim ve dünyaya kafa tutacağım. Sonunda gözümü bir hastane odasında açacağım, başımda birkaç hemşire olacak, keşke birisinin gözleri renkli olsa ve ben aşık olsam.

O bana bir anne şefkatiyle ilgi gösterirken, ben onu yanlış anlasam...

Kapasam gözlerimi, bulut olsam o andan itibaren, dolansam tüm dünyayı, baksam yukarılardan, kafa tutmak istediklerime.

Sonra gündüzleri güneşlensem, beğendiğim bir tepenin yamacında, sarılsam hayalimdeki hemşireye. Umut koysam adını aşkın, tüm umutsuzlar kadar umut yaşatsam yüreğimde.

Kör düğüm olsam diyorum ardıç ağacının dallarına, sonra dilek tutmak isteyenler bağlasalar renkli iplikleri, esen her rüzgar çeşidiyle, yuvarlansam içi boş bir ceviz tanesi gibi...

Garip bir düşünürün, en garip isteklerini gerçekleştiren perilerle tanışsam gün doğarken, beyaz mı,ten rengi, esmer mi, kumral mı saçları, sarışın mı, gidersem tüm merakımı.

Bağdat caddesinde koşarken, ayağım takılıp düşsem yere ve kanasa dizlerim, çocukluğumu hatırlasam, babamdan işittiğim bir azar gelse aklıma ve ben baba olsam o an, çatılmış kaşlarımı görsem aynada, korksam kendimden, en güzeli baba olmamak...


Ozan Muhammet CANDAN
grafikerler.org

Hesap...


Gitmek mi zor, kalmak mı, karar vermek zorunda olduğunu biliyordu. Tonlarca kararsızlıklar içinde karar vermek, vermeyi denemek bile, cesaret işiydi. Hayallerini yüklediği gemi, kim bilir hangi limanda demirleyip kalmıştı, diğer tüm insanlarda olduğu gibi.

Tüm sevdiklerini yazsa alt alta, toplasa bir araya ve hesabını yapsa olmadıkları zaman dilimlerinin, hüzün dolardı titrek yüreğine. Gözlerindeki yağmur bulutlarıyla baktı, henüz yeni ıslanmaya başlayan, incir ağacının yapraklarına.

Kaç bahar geçmişti yeryüzüne geleli, bunun da hesabını yapmalıydı, buna da cesaret edemedi, korktuğu gelmişti başına, birkaç damla gözyaşı, hiç müsaade istemeden, atladılar yanaklarının üzerine. Tuzluydu gözyaşları, tuzlu olan yaşamı kadar.

Yağmur damlaları düşerken buğulu camların dış tarafına, yanaklarından da yaşlar düştü yüreğinin derinliklerine. İçinde yaşattığı hüzünlü anları düşündü, onlarında hesabı tutulmalıydı.

Dargın olduğu arkadaşları geldi aklına, çoğuna neden kırıldığını bile, bilmiyordu. Anlamsız kırgınlıklar içinde, kırılmış bir yüreğe sahipti. Sonra terk edip gidenleri de kattı, kırgınların arasına, bununda hesabını tutmalıydı.

Her defasında ve her okuduğu kitapta insandan bahsediliyordu, duygusal, akıllı, çalışkan ve düşüneme yetisine sahip insandan. Bu söylenenlerin tümüne sahip olmasına rağmen, neden zordu yaşamak, yaşamları paylaşmak, bunlarında hesabı tutulmalıydı.

İnsan olmak, hesap yapmak mıydı, hesap yapmak, insan olmak mıydı?

Düşündü uzunca bir zaman, ateş oldu, yaktı aklını. Geriye kalan küllerdi, savurdu düşlerinin en kuytu, en sahipsiz sokaklarına.

Karışıktı artık düşünceler, hesap yapmakta anlamsızdı.

Konuşmuyor olsa da sustu, zaten konuşacak olsa, işin içine yeni hesaplar girecekti, yorulacaktı yok yere, ne gerek vardı, onun hakkında hesap yapanlar varken, onun yerine düşünenler, konuşanlar varken, boş yere yorulmaya ve özlem duymaya yarınlara, ne gerek vardı?

Koridora adımladı, aynada burun buruna kaldı kendisiyle, kalabalıkları düşündü, köyleri, şehirleri, denizler geldi aklına, balıklar, kuşlar, savaşları düşündü, kavgaları, çaresizlikleri, çare olmayı başaranları, darlıkları, yoklukları ve varlıkları, derin bir nefes çekti ciğerlerine.

İnsan olmak çok zor bir sanattı…

Ozan Muhammet CANDAN

Selam olsun...

Aradığım yanıtların tümüne, yeni sorular ekleyerek, çoğalıp giden kısır bir döngünün tam ortasında bağdaş kurup, çilingir sofrasından bende nemalanacağım. Tüm kuruntularımı, tahtakurularının sırtına sarmalı diyorum bazen, hiç çekilecek bir adam değilim, sıkılıyorum kendimden.

Adımladığım yaşam merdiveninde her türlü çolpalığa tahammül ettim de, bir kendime tahammül edemiyorum uzun zamandır. Nadiren baktığım kasımpatılarımın susuz olduklarını fark ettiğimde, çoktan son nefeslerini verdiklerine şahit oldum. Şahit olduğum onca keşmekeşliğe meydan okurcasına, kızdım kendime.

Yalancıktan darbecilerin ve darbe vurmaya yeltenenlerin küstahlıklarını izlerken, meydanlarda halk yanlısı olan, sonra halkı kese kağıdı gibi buruşturup bir kenara atanlara küfrettim gece boyu. Takılı kalan eski bir plak gibi veya kafesinde keyifsiz yaşayan papağanca, tekrarladım durmadan.

Alışmaya çalışmaktan çok isyan etmeyi seven bu ruhun, son temsilcisi olmak, zor gelmeye başlasa da, her türlü cezanın, bin kat fazlasını kesecek kadar, yargıç oldum, savcı oldum. Nasıl olsa bu ülkenin en büyük özelliği, ne olmak istersen onu olabilmekti, faydalanmak gerek nimetlerinden diye düşündüm.

Dün söylenenlere, bu gün hayır diyenlerin kurduğu karargâhlarda nöbet kesmekten usandım. Kestirme bir yol bulmalı diye düşünürken, aslında dolambaçlı patikaları kaç kez turladığımı, hatırlamıyorum bile.

Sorumsuzluklara yazılan her kelimeye karşıyken, şimdi sorumsuz bir vatandaş olabilmek geçiyor içimden. Bilinçli, bilen, düşünen, düşünmeyi düşünen kim kaldıysa, hepsine vurulan prangaları yok edecek icatlar peşindeyim.

Yalanlardan ibaret siyasetçilerin, borazancı başı aydınların, yazlık almaktan ibaret hayallere sahip büyük gazetecilerin ve uğur'suz birand’ların, çürütülmüş birer beyin olduklarını keşfetmeye çalışan herkese selam olsun…

Ozan Muhammet CANDAN

Suç ve ceza...

Çok fazla dizi izleyen ve bunları takip eden birisi değilim, çünkü dizi filmler sinemaya darbe vuran çalışmalardır. Ne zaman ki dizi filmler tv’lerin başköşesine geçip oturdu, o gün bu gündür, sinemanın da keyfi kalmadı.

Yüzlerini eskiten artist ve oyuncuların hiçbir değeri kalmadı. Eskiden birkaç sinema filminde rol alıp, yıl boyu geçimini sağlayan sektör çalışanları, şimdilerde aynı kazancı yıl boyu çalışarak ve yüzlerini eskiterek kazanır duruma geldiler. Tabi ki konumuz sektörün son durumu değil ama değinmeden geçemedim.

Efendim, bahsi geçen diziyi bir arkadaşımın beni arayıp haberdar etmesiyle izlemeye başladım. İlk bölümünden bu yana izliyorum ve yeterince gözlem yaptığımı düşünüyorum, o sebeple açıklayıcı bir yazı olacağı kanaatindeyim.

İlk olarak belirteyim, dizide “reklamcı” dendiği için ayaklanmaya, oflamaya, puflamaya gerek yok. Başta sitemizde olmak üzere, piyasada “reklamcıyım” adı altında faaliyet gösteren ve çalışanları bağlamayan, onlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir “reklamcı” dizisinden bahsediyoruz.

Bu tarz, toplumsal değerlerin göz önünde bulunmadığı, milyon dolarların havada uçuştuğu, rantın, kişisel çıkarların ilk sırada yer aldığı bir “reklamcılıktan” bahsediyoruz.

Daha açık bir ifadeyle, her ne kadar dizide “kurumsal kimlik” sözcükleri geçiyor olsa da piyasa reklamcılarını bağlamayan bir kurumsal kimlik çalışmasıdır.

Piyasa reklamcıları veya piyasa reklam ajansları, dizide anlatılan ve bahsi geçen işlerin kaçına imza atmıştır veya atabilir? Hangi reklam ajansı bahsi geçen paralarla işler yapmaktadır? Reklamcılıktan reklamcılığa dağlar kadar fark var ve kimsenin alınmasına, gerilmesine gerek yok.

Dizideki “reklam ajansı” ve orada yaşanan ilişkiler yumağı tas tamam, orada anlatıldığı şekilde işlemektedir. Bunu kim inkar edebilir? Bunun doğru olmadığını söyleyen veya bunun abartılı olduğunu söyleyen, o dünyaya tamamen dışarıdan bakan ve o dünyanın nelerden ibaret olduğunu bilmeyen kişilerdir. Bazı gazetelerde yazıları yayınlanmış olan yazar arkadaşlarımız, nereden bilmektedir o dünyanın gerçeklerini ki, bu diziyi “reklamcılara” uyarlamaktadır?

Ne yazık ki, “üst sınıf” hizmet anlayışı ile hizmet vermekte olan tüm reklam ajanslarında bu ve buna benzer ilişkiler yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Bu kadar rantın ve paranın olduğu hangi sektörde, bahsi geçen değer yargıları ön planda olabilir? Sadece bu sektöre has bir durum değil elbette, rantın ve paranın çok konuşulduğu her sektörde, bu tarz ilişkiler yaşanmaktadır, yaşanacaktır.

Dizi filmin yönetmeni Kudret SABANCI, her nedense toplumsal bir fişlenmeyle karşı karşıya kalmaktadır. Sebep nedir? Sebep yönetmenin yaşanan keşmekeşliği ve pisliği ortaya çıkarması mıdır? Daha önce yaptığı dizi filmlerde ve sinema filmlerinde de bu tarz birçok toplumsal çarpıklığı “kral çıplak” diye haykırarak piyasa sunduğu ve bağırdığı için mi suçlanmakta ve yıpratılmaya çalışılmaktadır.

Efendim çocuklarımız “reklamcıyım” demekten utanır hale gelecektir, kim, kimi kandırma derdindedir? Dürüst olan bir insan her platformda dürüst, namuslu olan insan, her zaman namuslu olmayı başarabilecek güçtedir. Kaldı ki, orada yaşananlar toplum dediğimiz “alt sınıf” insanları hiç bağlamaz ve ilgilendirmez. Burada yönetmeni, senaristi ve yapımcıyı karalamak yerine, kutlamak gerekmektedir. Böyle çarpık ilişkileri gün yüzüne çıkaran bir yapıma imza atıldığı için, şahsen hepsini tebrik ediyorum.

Bu tarz “reklam ajans” hizmeti sunan tüm reklam ajansları büyük güçlere ve paralara sahip insanlardır ve böyle bir gücü karşısına alıp bir dizi film yapmak, bunları deşifre etmek, herkesin harcı değildir.

Kaldı ki bu gerçekle yaşayan bir “reklam ajansı” dünyasından bahsediyoruz. Onlar zaten yaptıklarının yanlış olduğunu, yaşam tarzlarının doğru olmadığını, oralarda çalışanların bu durumları bilerek ve isteyerek bu sektöre girdiklerini çok iyi bilmekteler.

Kimse kalkıp da “reklamcıları” veya “reklam ajanslarını” bu “reklam ajansları” ile aynı kefeye koymaya, namus bekçisi olmaya çalışmasın, isteseniz de o kefeye koyamazsınız zaten çünkü bahsettiğiniz “reklamcılar ve reklam ajansları” dizideki “reklam ajansı” hüviyetine asla bürünemezler.

Sebebi basittir, onların ve onlara iş verecek reklam verenlerin o kadar para ve güçleri yok, bu sebeple "reklamcıyım" demelerinde de sakınca yok...

Ozan Muhammet CANDAN

Sana aşık olabilir miyim?

Merhaba, ben sana, aşık oldum,
—Nasıl?
Aşk diyorum, hani dünyada en değerli olarak kabul edilen, bulduğunuzda sakın kaybetme, diye, sıkı sıkıya tembih edilen şey, aşk.
—İyi ama ne alaka?
Sanırım ben anlatamadım derdimi, sana diyorum, aşık oldum…
—Anladım onu da, ben sana anlatamadım, neden, diyorum?

Birisinin yanına gidip, böyle bir soru sordunuz mu? Alacağınız yanıtın, ne olduğu o kadar önemli değil. Sordunuz mu? Buna benzer bir diyalog yaşadınız mı? Yanınıza gelip birisi, sana aşık olabilir miyim, deseydi? Ne cevap verirdiniz?

Herhalde delirmiş olmalı, diye düşünürdünüz? Oysa izlediğiniz dizilerde, filmlerde konu aşk olunca, gözleriniz dalar gider, orada oynayan erkek/kız, sizin idealiniz olur, aşk ve sevgi idealiniz, gözleriniz buğulanır, kimseler yoksa, gizlice ağlarsınız beklide. Aşk sen ne güzelsin dersiniz, bir kitapçıya girdiğiniz zaman ilk gözünüze takılanlar aşk romanlarıdır. Alırsınız bir tanesini, başucunuzdan ayırmaz ve en kısa zamanda, büyük bir heyecanla okuyup bitirirsiniz, olmadı bir kez daha okur, yakın arkadaşlarınıza da, hem anlatır, hem mutlaka okumasını tavsiye edersiniz.

Aşk, değerlidir aslında tüm insanlar için, dini, dili, ırkı yoktur aşkın. Aşk sınırları deler geçer, kutsaldır, dokunduğu her yürek, bir başka çarpmaya başlar, değişen bir yaşamınız olur. Hayattan keyif almaya başlarsınız, annenizin istekleri, babanızın olmamış bu çay, yeniden demle demeleri, kahvaltıdaki eksiklikler, evdeki noksanlıklar, görünmez gözünüze.

Üstelik karşılıklıysa duygularınız, of, of, of, dokunmasın size kimseler, ayaklarınız artık yere basmaz, uçarak gider gelirsiniz her yere, patronun tafraları, iş arkadaşınızın cakaları, sizi en ufak şekilde etkilemez, ne haberlerle ilgilenirsiniz, ne tur atlayan takımınızla. Unutmadan hatırlatayım, tüm bunlarla, hala ilgilenebiliyor ve ben aşığım diyorsanız, gözden geçirin aşkınızı, bir yerlerde, bir noksanlık var demektir.

Hele bir de cep telefonu icat edildi ki, sormayın, aşk demek telefon demek artık, son zamanlarda. Biiip.. leyerek düşen mesajlar, karşılıklı gülücükler, sözler, kelimeler, günaydınlar, iyi akşamlar, buluşalım mılar, uzayıp giden, yeni bir aşk serüveni ve yeni bir aşk yaşama şekli. Şimdilerde bir de 3G başlayacak ki, eyvah, eyvah, yeni aşklar ve aşıklar çok şanslılar.

Bir de romantik bir seveniniz varsa, oh ne ala, yenilenirsiniz, dünyaya artık, yeni kullanmaya başladığınız gözlükle bakmaya başlarsınız, aşk gözlüklerinizle.

Ne güzel değil mi? Aşk’ı konuşmak yazmak, anlatmak, anlamak. Sanırım, burada en son yazdığım hepsinden daha mühim. Aşk’ı anlamak, herkesin bilmesi ve öğrenmesi gereken bir şeydir, yoksa Aşk’ı bulup kaybetmekten canınız çıkar, yüreğiniz olur bir çöp tenekesi ve siz bir gün gelir “bas,bas bağırırsınız, ben Aşk’a inanmıyorum” diye. Oysa Aşk’a inanmıyorum demek, kocaman bir yalandır ve siz kendinizi kandırarak ne kazanacağınızı ve ne kaybedeceğinizi hesaplayamazsınız.

Ya, eskilerde kalan bir Aşk’ı hayal ederek, gizlice yaşarsınız duygularınızı, ya da olmayan bir sevgili yaratırsınız kendi dünyanızda, onunla paylaşırsınız bir şeyleri. Paylaşırsınız, çünkü Aşk’ı yaşamak zorundasınız ve bunun önüne geçemezsiniz. Aşk’ı yaşayamam, ben aşık olamam, olmamalıyım, gibi yalanlar, belki bir çok arkadaşınız ve dostunuz için inandırıcı gelebilir ve hatta kendinizi bile inandırabilirsiniz buna, fakat bana, bunu anlatamazsınız, anlamam da, inanmam da, inandıramazsınız.

Aşk’sız yaşayacak bir kalp olduğuna inan var mı içinizde? Buna, gerçekten de inanıyor musunuz?

Şu durumda, Aşk’ her insan için, ekmek kadar, su kadar, para kadar ve nefes kadar değerlidir, bu konuda, hemfikir olduğumuza inanıyorum. Farklı düşünenleri önemsemiyorum, çünkü onlar kendilerini kandıranlar grubundan oldukları için, kandırmaya devam edebilirler, benim için hiç mahsuru yok.

Peki, o zaman yukarıda bahsettiğimiz güzellikleri yaşamaktan yana tavrı olan ve Aşk’a beklide, yeryüzünde en çok değer veren toplumlardan birisi olmamıza rağmen, neden Aşksız bir toplumuz? Aşk deyince neden hep aradığımız ve istediğimiz bir şey olduğu halde, buz gibi davranırız? Yoksa sürekli kendini kandıranlardan mıyız? Özümüzde, hiç değer vermediğimiz bir konu mudur Aşk?

Neden dolmuşlarda, vapurlarda, cafelerde, sokaklarda veya herhangi bir yerde oturuken, çatıktır kaşlarımız? Neden çevreye gülücükler saçarak, bu kalbe ev sahipliği yapmak isteyen var mı, diye düşünmez ve bunu dışarıya yansıtmayız? Neden kendimize bu denli haksızlık yapar dururuz? Bu kadar ihtiyacımız olan duyguları, neden görmezden gelmeye çalışırız?

Kime rastlasam, sokakta kimi görsem, ne zaman birileri yanıma gelse, hep yakınılan konu Aşk konusudur. Oldukça uzun incelemelerim ve araştırmalarım sonucu toplumumuzda görünmeyen ama bir derin yara olan Aşk konusunun, neden hep sorun olduğunun, sanırım yanıtını buldum. Olaya dışarıdan baktığım zaman gördüğüm gerçekler, aynen yukarıda yer alan diyalog benzeri durumlar ve oradakine benzer yanıtlar.

Neden?

Bir insan, size aşık olduysa ve gelip bu konuyu size açmış, konuşmuşsa, neden, gibi, çok saçma bir soru, sorulabilir mi? Bizde, maalesef sorulmakta, neden sorulmakta, onu da anlayabilmiş değilim.

Sanıyorum Aşk nedir, öncelikle toplum olarak bunun yanıtını bulmamız gerekiyor. Aşk yaşamımız boyunca hayatın bize belki bir, belki birkaç sefer, al bakalım, buyur diye önümüze atıverdiği sürprizlerden birisidir.

Aşk, köle olmayı kabul ettiğiniz ve esaretine ne zaman ve ne şekilde gireceğinizin belli olmadığı kavramdır. Dur bakalım, sen bana neden aşık oldun gibi bir saçma soruyu, soramazsınız, buna hakkınız yok, çünkü onu anlatamaz karşınızdaki, onu anlatmak için kelimeler yetmez ki, anlatabilsin. Onu anlatmaya iki kelime vardır, gerisi hikayedir, ne kadar anlatırsanız anlatın, anlatımın özü “Aşık oldum” ile sonuçlanacaktır.

Peki, akıllıyız, düşünebiliyoruz, o zaman, neden bu soruyu sorarsınız karşınızdaki aşık insana? Bu, içgüdüsel bir hareket midir, insanoğlu için? Bence değildir, kimseye “neden aşık oldun” gibi, bir saçma soru sormayın…

Aşkın zamanı olduğuna inanır mısınız? Aşkın zamanı olabilir mi? Hay Allah, bugün ben bir aşık olsam, ne iyi olurdu, diyebilir misiniz? Aşkın asla zamanı olmaz ama ciddi şekilde, aşık olmayı isteyebilirsiniz. Peki, istediğinizde bulabilir misiniz? Şanslıysanız bilemiyorum ama sanırım bu çok zor bir ihtimal. Aşkın zamanı yoktur, en hazırlıksız döneminizde, pat diye basar kalbinizin ziline ve siz kapıyı açarsınız, bir bakarsınız ki, Aşk gelmiş ve buyur edersiniz içeriye.

Ne zaman geleceği belli olmayan bu davetsiz misafirinizin, ne zaman gideceği de, hiç belli değildir, küt diye çeker gider ve siz bakakalırsınız ardından. Beklemek ve bekletilmekten hiç hoşlanmadığı kesindir ve bu her iki taraf içinde geçerlidir. Aşık olan insan, sabırlı gibidir ama her an bir sabırsızlık göstererek, gidebilir. Bir başkasına bakması, bir başkasına Aşık olması onun için an meselesidir, anlamazsınız bile. Sonuçta, avuçlarınızda bir çift kelime kala kalır, “hani sen bana aşıktın” dersiniz.

Peki, bu kadar kırılgan, yerinde duramayan ve kıpır, kıpır olan Aşk için, o ilk teklifte neden, diye sormaya, hala kararlı mısınız?

Aşktan korkmayın, aşksız kalmaktan korkun, çünkü aşksız kalmak, kolsuz kalmakla eş değerdir, en azından benim için böyle, ben bir insanım, siz? Demek ki, aramızda o kadar da fark yok, Aşk hakkındaki düşüncelerde.

Belki bazı noktalarda farklı düşünüyor olabiliriz ama sonuçta hemfikiriz.

Hayatın baştan sona bir oyun, bir tiyatro sahnesi, bir sinema filmi olduğunu ve bir gün yeryüzünden çekip gideceğimizi düşündüğümüzde, gerçek olan sizce nedir dünyada?

Elbette ki Aşktır, o kapınızı çaldığında durum müsaitse, lütfen çekinmeyin, açın kapıyı ve bırakın girsin içeriye. Öncelikle kendinize, sonrada Aşk’a haksızlık etmeyin ve gülümseyin, neden, diye, sormayın sakın.

Aşkın nedeni yoktur…

Yeniden görüşmek üzere, hoşça kalın…

Ozan Muhammet CANDAN

Korkmayacaksın!


Aklına bir şey geldiyse, ille de yapacaksın, vazgeçmeyeceksin, tereddüt olmamalı içinde, canın ne istiyorsa onu yapacaksın.

Kış günü dondurmayı mı, özledin? Boğazların şişecek olsa da yiyeceksin, yaz günü salep mi, çekti canın, ağız duvarların yara olsa da sıcaklığından, içeceksin. Ateşin mi yükselecek, bırak yükselsin, başın mı döner, bırak dönsün, ne olacaksa olsun, bulunduğun an’ın tadını çıkartmayı bilecek, bunun keyfini süreceksin.

Millet ne derse desin, sen ısrarla seveceksin, sevmekten korkmayacak, son surat üstüne gideceksin aşkın, her seferinde terk edilen olmayı takmayacaksın kafana, gülümseyeceksin, bu terkedilmişliğin üzerine, öyle bir kahkaha patlatacaksın ki, duyanlar şaşırıp, başlayacaklar gülmeye.

Ağlamayacaksın, ağlamaktan uzak kalacak, bir ağlamaktan korkacaksın hayat boyu, hele erkeksen, asla ağlamayacaksın, bayansan, buna hakkın olsa bile, ağlamamaya çalışacak, buğulanmış gözlerinle gülümseyeceksin. Ağlamak ömür törpüsüdür, unutmayacaksın.

Canın denizimi çekti kışın ortasında, zemheride, paltonu, şapkanı çıkartacak, soyunacaksın, özenle istifleyeceksin bir kenara, atlayacaksın suya, üzerine çevrilen gözlere aldırma sen, onlar çok istedikleri şeyleri, senin yapıyor oluşuna şaşıracaklar sadece. Sana gülerken, aslında seni kıskanıyor olacaklar.

Bağırmak mı istiyor canın, sinemanın ortasında, filmin en alakasız sahnesinde, bağıracaksın çılgınca, en fazla güleceklerdir sana, daha olmadı atılırsın sinemadan, doyamadıysan bağırmaya, endişelenme, başka bir sinemadan yeni bir bilet daha kapacak, avazın çıktığı kadar bağıracaksın.

Koşmak mı istiyorsun, düşeceksin yollara, nefesin tükeninceye kadar koşacaksın, hiç bilmediğin sokaklara dalacak, kaybolacaksın, en hoşuna giden kıza, yolumu kaybettim diyeceksin, çekinmeyeceksin, karşına çıkan adama soracaksın bayansan, korkmayacaksın hayattan ve insanlardan, cesaretli olacak, sınırsızca yaşayacaksın bulunduğun zaman diliminin aralığında.

Düşüneceksin, isteyeceksin, dilediğini yapacaksın, ürkek olmakla, korkmakla çok şey kaybettiğini “mıh gibi çakacaksın aklına” tarihte yaşamış olan kahramanlar da senden çok farklı değillerdi. En az senin kadar korkaklardı, sadece istediklerini yapmayı bildiler, düşündüklerini yazan yazarlar çok iyi yazmıyorlardı, sadece yazdılar, sen de yazacaksın, düşünmeyeceksin nasıl yazılmış, nasıl olmuş, okuyanlar ne der diye, aklına bile getirmeyecek korkmayacaksın, yumacaksın gözlerini, en güzel yazar olmayı bileceksin.

Cebinde paran mı kalmadı, takmayacaksın kafana, dünyalar kadar para senin cebinde olsaydı ne yapacaktın ki, sadece paran olmuş olacaktı, şimdi, yum gözlerini, bir sürü paran olduğunu düşün, Paris’te akşam yemeği yiyemesen de, evine en yakın parkı Paris yapmasını bileceksin.


En ünlü ressam Picasso mu, o diğerlerine göre öyle, sen alacaksın eline fırçanı boyayacaksın sokak duvarlarını, çizeceksin en çok istediğin şekilleri, atacaksın altına imzanı, geçip karşısına gururla bakacaksın şaheserine, ben yaptım diyeceksin gelen polise ve merakla sana bakanlara, bu eser benim diyeceksin.

Atlayacaksın belediye otobüsüne veya vapura, akşama kadar turlayacaksın, kaç tur attığını sayacak, sonra unutacaksın, baştan alacaksın turları, yorulunca, yatacaksın istediğin yere, dinleneceksin bir güzel, bir kedi kadar keyif alacaksın uykudan uyanırken, esneyecek, gerinecek, keyfine varacaksın uykunun ve uyandığın zamanın.

Korkmayacaksın motora, bisiklete binmekten, asıl, korkarsan düşeceğini unutmayacaksın. Korkmayacaksın köpeklerden, köpekler, korkanları ısırır,unutmayacaksın, köpekten daha cesur davranmasını, yeri geldiğinde köpekten daha köpek olmasını bileceksin.

İncitmeyeceksin karıncayı, o sana zarar vermek için yaşamıyor, bunu unutmayacaksın . Karıncalar kadar korkusuz ve cesur olacaksın, gireceksin en ağır yüklerin altına, hızlı değil, yavaş ilerleyecek ama tuttuğunu koparacaksın.

İnatçı olacaksın, vazgeçmeyeceksin hayallerinden, umudunu kaybetmeyeceksin asla, umutsuz kalmak nefessiz kalmaktan daha öldürücüdür, unutmayacaksın.

Adam gibi adam, kitap gibi kadın olmayı başaracaksın hayatında...


Ozan Muhammet CANDAN

Özgürlük

  Önce kocaman bir yürek taşıyacak Sonra uğrunda savaşacaksın, Sende yoksa o yürek Boşuna sesini yükseltip bağırmayacaksın! Bu yol bildiğin ...