4 Ekim 2012 Perşembe

Gündem belli…




Türkiye Suriye ile savaşır mı, savaşmaz mı?
Bir savaş çıkar mı, çıkmaz mı? İlk aklımıza gelen sorular bunlar…
Aslında aklımıza gelen soruların haricinde, gelmeyenleri sorgulamak gerekmez mi?


Suriye ile savaşa girmezsek neler olur, desek mesela?

Benim her iki senaryo içinde bulduğum iyi bir çıkış noktası yok açıkçası. Aklım karma karışık, belki de çoğunluğun aklı bu şekilde şu an ama bizleri temsil edenlerin aklı daha da karışık. Onların korkuları bizlerden daha farklı gibi geliyor bana. Şu an, çoğunun düşüncesi vatan toprağı, milletin menfaati diye düşünüyorsanız, yanılıyor olabilirsiniz!


Ne iktidarı, ne muhalefeti hiç birisinin millet iradesiyle, millet menfaatiyle ilgili tek bir düşüncesi yok. Çünkü ortada ne iktidar var, ne de muhalefet. Sizce, ülkede yaşananlar, şu son iki gün haricinde gayet normal miydi?


Yani bağımsız bir devlet, bağımsız bir ekonomi, mutlu ve refah içinde yaşayan bir toplum muyduk? Hangi gün birilerinin, birilerine bu ülkenin daha iyi bir hale gelmesi için gerçekten yardımcı olduğunu gördünüz? 

Oysa insanlık birbirine yardım etmekle başlamaz mı? İnsan olmak, kendisi rahat yaşarken, diğerlerinin de, yani halkın da rahat olmasını sağlamak ve çalışmak değil midir? 

İktidar görevini tam yapıyordu da, muhalefet onun için mi, göstermelik suni çıkışlar yapıyordu? İktidar işini düzgün yapmıyordu da, hangi gün muhalefetten birileri çıkıp ortaya, iktidar bu işi şöyle yaptı ama bu yanlıştır, aslında şöyle yapmalıdır, demiştir, diyebilmiştir?

Kuru gürültüden başka hiçbir şey değil, ülke içindeki sözüm ona siyaset! Ne iş yapmak ve yönetmek için başta duranlar ciddiler, ne muhalefet kanadında olanlar!


Ben şahsen halkın içinden birisi ama halk gibi düşünmeyen birey olarak, hep şunu söyledim, bu ülkede yaşananlar birer Hollywood senaryosudur! Bu iddiamın da her zaman ve her şekilde arkasındayım! Şimdi tekrar üst tarafta bahsettiğimiz, sözüm ona meclistekilere dönecek olursak, bunların tek bir hesabı vardır bu millet, bu vatan ve bu devlet için…

Savaşırsak mı, cebimiz dolar, savaşmazsak mı?

Anlayacağınız, Suriye ile bu ülke savaşa girse de, geleceği karanlıktır, girmese de!

Bu ülke, tek bir şekilde rahata ve huzura kavuşur, ortaya çıkacak yeni bir Mustafa Kemal Atatürk yüreğine sahip insan olursa, bu gerçekleşebilir!


Peki, böyle bir adam bu ülke topraklarında var mıdır? Ben onun var olduğuna da inanmıyorum, çünkü son 40 yılı yozlaştırılmış bir ülkede, bu da mümkün değildir!


Ne olacak sorusuna gelirsek, bekleyip göreceğiz, bakalım ne olacak…



Ozan Muhammet CANDAN


2 Ekim 2012 Salı

Her insan Ekmeğini kendi yapmalı!

Sol tarafta olan, gece imalatı, gün içinde tüketilecek, sağ tarafta olan kahvaltı için sabah erken saatlerde imal edildi :)




Ekmekteki Katkı Maddeleri Ve Tehlike Arz Edenler

Sağlık - Yiyecek ve İçecekler

GİMDES Genel Başkanı Dr.Müh. Hüseyin Kami BÜYÜKÖZER ekmekte bulunan katkı maddelerini internet sitesinde açıkladı!


Büyüközer'e göre ekmeğe katkı maddelerinin konulma sebebi şöyle;

"Hamurun asidini arttırmak, Bayatlamayı geciktirmek, Ekmek hatalarını ve hastalıklarını düzeltmek, Su kaldırma oranını yükseltmek, Hacim artışı sağlamak, un rekoltesini yükseltmek vs gibi amaçlar için katkı maddeleri kullanılmaktadır."
Bugünkü Katkılı Ekmek Ürünlerinde Kullanılabilen Katkı Maddeleri:

E170 kalsiyum karbonat: Hem renklendirici hem mineral tuz; kaya minerali veya kemikten elde edilir; diş macunu, beyaz boya, temizleme tozları, bisküvi, ekmek, kek, dondurma, dondurulmuş konserve sebze ve meyvede ve ilaçlarda kullanılır; yüksek dozlarda zehirlidir; safra, böbrek taşı, hemoroid, kabızlık ve fistül kanamalarına sebep olabilir. Ayrıca kemikten elde edilmesi ihtimali bu katkı maddesini en azından şüpheli hale getirir.

E 471-E477 Mono- ve digliseridler ve modifiye edilmiş formları: Homojenleştirici .Bitkisel ve hayvani kökenli olabilir.Bitkisel kökenden türetilirse, helâldir. Hayvani unsurlardan türetilirse, şüphe arzeder. Eğer, eti helâl ve kesimi islâmi usulle yapılmış hayvani yağlardan türetilmiş ise helâl kabul edilir.

E 280 propiyonik asit, E 281 sodyum propiyonat, E 282 kalsiyum propiyonat, E 283 potasyum sorbat: Koruyucu olarak kullanılır. Migren ağrılarına sebep olabilir; doğal olarak mayalanmış gıdalarda, insan teri ve geviş getirenlerin sindirim organlarında bulunur, ayrıca suni olarak etilen, karbon monoksit, propiyonaldehit, doğal gaz, mayalanmış kağıt hamuru veya çürümüş lif bakterisinden elde edilir; yaygın olarak ekmek ve un mamullerinde kullanılır.

E 200 sorbik asit, E 202 potasyum sorbat: Koruyucu olarak kullanılır. Bitkisel kökenlidir. Ciltte kaşıntıya sebep olabilir

E420 sorbitol: Kıvam artırıcı,suni tatlandırıcı ve nem tutucu; etli ve zarlı kabuksuz meyvelerden veya sentetik olarak glukozdan elde edilir; gıda,ilaç ve kozmetiklerde kullanılır.Bebek ve küçük çocuk gıdalarında kullanmak yasaktır.

E422 Gliserol (gliserin): Kıvam artırıcı,tatlandırıcı ve nem tutucu, yağlı renksiz alkol;hayvansal veya bitkisel yağların alkalilerle ayrışması sonucu elde edilir; petrol ürünlerinden ve bazen propilenden sentetik olarak veya şekerden mayalanarak da elde edilir; büyük miktarlar baş ağrısı, susuzluk, bulantı ve yüksek kan şekerine sebep olabilir. Hayvan kökenli olması ihtimali göz önünde tutulmalıdır.

E920 Sistain: Un işleme ajanı. İnsan saçı, başta domuz olmak üzere hayvan kılı ve tavuk tüyünden elde edilir

E924 potasyum bromat: Un işleme ajanı.Büyük miktarlarda bulantı, kusma, diyare ve sancılara neden olabilir.

E928 benzoil peroksit: Un işleme ajanı. unun beyazlaması için kullanılır. Alerjik geçmişi olanlar sakınmalıdır.

Büyüközer, " Bunlar migrenden, alerjiye hatta kansere kadar birçok rahatsızlıklar oluşturabilen maddelerdir. Uygulamada ise bu katkı maddeleri bu isimleri ile değil ticari isimleri ile alınır satılır ve kullanılır. Örnek vermek gerekirse, S500, Soft'r, Acti-Plus, Hydra, Joker, Pantera vs gibi ticari isimlerle satılan bu ürünlerin içerikleri incelendiği zaman bir çok katkı maddesini kombine ettiği görülür.Kullanıcı firma bu maddelerin içerikleri ile de pek ilgilenmez. Ayrıca fırınlarda bu katkı maddelerini hamura katacak eğitilmiş elemanların yetersizliği sebebi ile ekseriya limit aşımı tehlikesi de söz konusu olmaktadır. Bugün üretici ve satıcı istekleri, gıdanın ilk günkü tazeliğini koruyacak şekilde, gıdaların raf ömrünün artırılması yönünde olmaktadır. Buna karşılık gıdanın raf ömrünü artırmak amacıyla ürünlere ilave edilen katkı maddelerine karşı ise kimi tüketicilerin gittikçe artan haklı çekinceleri bulunmaktadır. Ancak ister paketli olsun, ister paketsiz satılsın çoğu ekmeklerde kullanılan katkı maddelerinin detay bilgileri yer almamaktadır. Bu da tüketiciyi zor durumda bırakmaktadır. Halbuki etiket bilgileri hem yasal olarak, hem etik olarak tüketicinin en tabii hakkı olmak zorundadır. Ancak, bu sonuçta tüketicinin bilinçsizliği ve ilgisizliği, üreticinin bencilliği ve resmi kurumların denetimsizliği müştereken rol oynamaktadır. " şeklinde konuştu.

Peki ne yapacağız?

Mümkünse kendimiz yapacağız!

Güvendiğimiz Market veya Fırından Katkısız Ekmek İsteyelim!

“Tarım ve Köyişleri Bakanlığının yeni tebliğinde Ekmeğe, herhangi bir katkı maddesi katılmaz ise etiket üzerinde ekmek adı ile birlikte "katkısız" ifadesi kullanılır.” şeklinde bir düzenleme getirmiştir. O halde öncelikle çevremizde katkısız ekmek üreten fırınları araştırmalıyız. Bulduktan sonra iyice sorgulamalıyız. Çünki maalesef ülkemizde üreticilerden doğru bilgi almak ekseriya zor olmaktadır. İyice emin olduktan sonra katkısız ekmek tüketmeliyiz."

Sofralarımızdan beyaz ekmeği kaldırıp, yerine kepekli ekmeği ikame edelim.

Kepek ekmeğin neden tercih edilmesi gerektiğini, uzmanlar şöyle açıklamaktadır:

"Buğday, sağlık açısından yararlı olan B2 ve B6 vitaminleri ile niyasin, folik asit, demir ve çinko içeriyor. Bu maddelerin daha çok yoğunlaştığı kısım olan buğdayın dış kabuğu, un yapımı sırasında ayrıştırılıyor ve bu yüzden ekmeğin besin değeri düşüyor. Bu nedenle, beyaz ekmek yerine kepek ekmeğinin tercih edilmesi daha sağlıklıdır"

Þeker hastaları, kilo sorunu olanlar, mide ve bağırsak rahatsızlığı çekenler tarafından daha çok tercih edilen kepek ekmeğin herkes tarafından tüketilmesini öneriyoruz.

28 Eylül 2012 Cuma

Gayfe


Her akşam yemeğinden sonra, babam "ben gidiyorum derdi" üç dört yaşıma girene kadar, pek anlamazdım ama yaşım altı gibi olunca, bir akşam “ben de geleceğim” dedim…

İşte o akşam, ilk kez kendi kendime bir karar vermiştim ve uygulamaya koymuştum. Babam önce şöyle bir baktı bana, hiçbir şey demeden koridorda ilerledi ve ayakkabılığın yanına vardı. Ayakkabısına uzanırken “demek sende gelmek istiyorsun” dedi…

Hadi o zaman deyince, kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı, bir koşuda vardım babamın yanına, benim ayakkabılarımı da aldı ve ayaklarımın dibine bıraktı. Henüz yeni öğrenmiştim ayakkabımın bağcıklarını bağlamayı, heyecandan olsa gerek, beceremedim. Babam eğildi ve “daha ayakkabını giymekten acizsin ama bende geleceğim demeyi biliyorsun” dedi ve ekledi “demek gayfeye gelecen he” dedi…

He ya dedim, gerçi “gayfe” ne demekti, bilmiyordum ama gidecektim işte… Hatun, biz çıkıyoruz diye seslendi babam, kapıyı araladık ve dışarıya çıktık. Ortalık neredeyse zifiri karanlıktı, tırsık bir şekilde uzattım elimi babamın sol eline. Serçe parmağından kavradım sıkıca, uzaklardan gelen köpek sesleri çok korkuturdu beni, gerçi, bu yaşıma geldim hala korkarım köpeklerden…

Tozlu sokak yolumuzdan sağa doğru kıvrılınca, aşağı taraftaki köy çeşmesinin başında duran ışığı, yani sokak lambasını fark ettim, ne kadar da güzeldi aydınlık olan yerler. Köyümüz küçük bir Anadolu köyüydü, merkeze yakın olmamıza rağmen, sokak aydınlatması diye bir şey yoktu, birkaç yerde olan sokak lambaları da, sanki yok denmemesi için koyulmuşlar gibiydi…

Çeşmenin yanından geçerek muhtar amcanın bakkalının yanındaki sokaktan aşağı doğru yürüdük ve sol tarafımızda, tahta sandalyeleri olan, masaların bulunduğu, bir sürü insanın oturduğu bir yere geldik. Babamı tanıyanlar benim kafamı okşayıp, nasılsın dediler, gülümsedim…

Sağ köşedeki masada oturan iki amcanın yanına ilerledik, babam beni kucaklayarak boş sandalyeye oturttu. Kendi de karşıdaki sandalyeye oturup “Adnan” diye bağırdı. Sol tarafımızdan bir ses geldi “çay mı” diye. Bir çay, bir de oralet dedi babam, şaşkın bir şekilde etrafıma bakınırken, önüme sarı renkli bir bardak konuverdi...

Daha önce hiç böyle bir çay görmemiştim, babam anlamış olacak ki “iç oğlum, şekerli bak dedi” ağzıma ilk yudumu alırken dudağım nasıl yandı anlatamam ama hiç sesimi çıkarmadım. Sanki buraya gelince büyümüş, kocaman olmuştum, annem verseydi o sıcak oraleti yaygarayı koparırdım!

Babamlar konuşmaya daldıklarında, ben de etrafı seyretmeye başladım, burası neresiydi, neden bütün köylü buraya gelmişti. Babam her akşam buraya mı, geliyordu, geliyorlarsa, ne yapıyorlardı? Tam bu arada, tanıdık birisi, Ahmet amca geldi yanımıza, sen şöyle yana geç bakalım diyerek, beni kucakladığı gibi, yan tarafındaki sandalyeye oturttu…

 O da bağırdı “Adnan, bize taş ver” diye. Ne yapıyordu bu adamlar ve babam, taşlarla ne yapacaklardı, annem bana hep kızardı, taşla, toprakla oynama üstün batıyor, diye! Az sonra bana oralet getiren abi, masanın ortasına şak diye döktü bir şeyler! Meraklı gözlerle bakakaldım. Ortaya dökülen o taşların adı “okeymiş” bunu da birkaç yıl sonra öğrenecektim…

O gece öğrendiğim ve ilk kez ziyaret ettiğim kahvehanelerin, bu ülkenin kanayan yarası olduğunu, insanları üretmekten uzak bıraktığını, kültür değerlerini yitirdiğini ise, daha sonraki yıllarda keşfedecektim!

O günden sonra bir daha gitmedim babamla “gayfeye” babam yıllarca gidip geldi her akşam!

Hala daha gitmeye devam eder, birçok Türk insanının yaptığı gibi…


Ozan Muhammet CANDAN
Grafikerler.org
www.reklammarket.net

21 Eylül 2012 Cuma

Bir Mektup / Dijital Aşklar


Aşk hala aynı diyenlere şaşırıyorum…

Hele ki, bu zamanda aşklar asla “aynı” değil. Aşk’ın da zamanı olur mu, demeyin. Her şeyin bir zamanı var olduğu gibi, aşkın da gerçekten var olduğu ve sonradan deforme olduğu zamanlar vardır. Ben bu zamanlarda yaşanan birçok aşkın, deformasyona uğramış olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar sabırlı ve kanaatkâr “âşıklar” hala görülüyor olsa ve yaşanıyorsa da, bu zaman, aşkı da dişlerinin arasına almış ve geviş getirmektedir.

Gerçi bu tür âşıkların aşkları da “platonik” olarak değerlendirilerek, aslında aşk olarak kabul görmüyor da diyebiliriz.

Aşık bekleyen, sabreden, azimli ve sağlam yüreklidir. Öyle hemen kırılmaz, küsmez, darılmaz, bitti demez, sürdürülebilir bir mecradır onun için aşk, asla sonu gelmez. Elbette ki bunun karşılığında duran yürek sahibi de, kadir kıymet bilen birisi olmalıdır. Yoksa kıymetsiz birisine aşık olmuşsun, kırk yıl sabretmiş beklemişsin, hiçbir anlam ifade etmez o bekleyiş ve aşk!

Bir arkadaşım sormuştu aşk nedir diye “mektup” demiştim. Mektup, aşkın olmazsa olmazıdır, mektup yoksa aşk da yoktur. Hani aşkını göster dese birileri, çıkarıp tozlanmış mektupları atabilmelisin ortalığa!

Yazdığın mektupların yoksa aşkın da yok demektir! Daha kuvvetli aşklar önce mektupları yazdırır, sonrasında şiirleri. Yani mektup ve şiir varsa, aşk da vardır. Sizin için birileri birkaç satır mektup yazıyor, altına da size özel üç dört mısra karalıyorsa, biliniz ki, sizi gerçekten seven ve size aşık olan bir aşık var karşınızda!

Şimdilerde mektuplar unutuldu, şiirler de, yalnızca bazen karşılaştığınızda “vay be” diyebileceğiniz âşıkları ve aşkları konuşmaktan öteye gidemiyorsunuz, haksız mıyım?

Yemeklerin, yoğurtların, meyvelerin bile, tadının değiştiği, değerlerin yitirildiği günümüz dünyasında, aşkların sağlam kalacağını düşünmek, pek sağlıklı bir düşünce olmasa gerek!

Şimdilerde âşıklar akşama kadar mesajlaşıyor, yazışıyor, gülüşüyor, konuşuyor, eğleniyor. Size bir sorum olsa burada, acaba kaçımız buna cevap verebilir? Cidden, hepimiz yazışıyor, mesajlaşıyoruz, hangimizin aklında kalıyor yazdıklarımız, yolladıklarımız veya aldığımız mesajlar?

Demem o ki, her şeyin olduğu gibi, aşkın da suyunu çıkardık ve tadını kaçırdık! Aşktan geriye hiçbir şey kalmadı, sahte duygusallıklar, sahte sevgiler, sevgililer ve sahte düşünceler dışında! Oysa eskiden yazılan her satır bir değerdi, kaybolmaz ve yok olmaz yanları vardı yazılanların. Kişi unutsa, kâğıtlar ve kalemler unutmazdı, şahidi vardı aşkların, kalem ve kağıt gibi…

Ne zaman ki dijitalleştik, sevgilerimiz de, aşklarımız da, dijital bir şekilde saydamlaştı, monotonlaştı!

Bugün hayatımızda ciddi ve gerçek bir değişiklik yapalım mı?

Eşinize, sevdiğinize, çocuğunuza veya bir yakınınıza birkaç satır yazıp yollayalım mı? Bakalım nasıl bir tepki alacağız, bunu yaşayalım mı, ne dersiniz? İlla ki yollamak zorunda da değilsiniz, onların görebilecekleri bir yere bırakalım o bile yeter...

Emin olun, alabileceğiniz, en pahalı hediyeden bile daha çok mutlu edecektir o birkaç satırlık mektup, deneyin ve görün istiyorum…

Çocukken çok hevesli olduğunuz mektup yazma tutkunuzun ne büyük bir nimet olduğunu görecek ve şaşıracaksınız…

Ozan Muhammet CANDAN
Grafikerler.org

www.reklammarket.net

19 Eylül 2012 Çarşamba

Bir ülke düşünün!


Bir ülke düşünün, askeri konuda en büyük yatırımların yapıldığı, her türlü imkânın, teknolojinin kullanılmaya çalışıldığı, bütçenin birçoğunun askeriyeye yönlendirildiği.

Bir ülke düşünün, bedavadan kendisine asker toplayabildiği, onları köle gibi kullanabildiği ve bunun gayet normal karşılandığı!
Bir ülke düşünün askere evlatlarını yollarken, en küçük bir şüphe bile duymadan, bu görevin kutsal olarak kabul görüldüğü. En azından, çoğunluğunun böyle düşünceler içinde hareket eden bir halktan oluştuğu.

Bir ülke düşünün, politikacılarının ikiyüzlü bir şekilde yaşadığı, acayip bir şekilde ülkeyi yönettiği ve bundan en ufak bir gocunma bile duymadığı! Bir ülke düşünün, aslında hesap vermesi gerekenlerin asla hesap vermediği, üstüne, hesap sorabildiği!

Bir ülke düşünün, halkının beş para etmediği fakat beş para için halka yapılmayan işlemin kalmadığı! Bir ülke düşün, ekonomisi ne yapılırsa yapılsın düzelmeyen ama dünya ticaret sıralamalarında en üstlerde yer alan! Bir ülke düşünün, milli geliri sürekli yükselen ama halkı açlık sınırında sürünen!

Bir ülke düşünün, her türlü eğitimin alınabildiği ve verilebildiği ama cehaletten kurtulamayan! Bir ülke düşünün, insanları değiştirilen, değiştirilemeyenlerin de pasifike edildiği! Bir ülke düşünün, sadece devletine saygı gösteren vatandaşlarına karşı kanunlarını uygulayan ama baş kaldıranları ödüllendiren!

Bir ülke düşünün, adalet adı altında adaletsizliğin hüküm sürdüğü ve o coğrafyada yaşayanların adaletsizce yaşamaya mahkûm edildiği!

Bir ülke düşünün, ekonominin can damarları olan küçük esnaf sanatkârı yok eden, yok olmayanları da yok etmek için elinden geleni yapmaktan çekinmeyen!

Bir ülke düşünün, sürekli büyüyen, gelişen, değişen ama durmadan da geçmişindeki günleri arayan!

Düşünün bakalım, adı ne olsun bu ülkenin?


Ozan Muhammet CANDAN

18 Eylül 2012 Salı

Çaresizlik!


Ne zaman yazmak istesem, hep güzel şeylerden bahsetmek istiyorum ama olmuyor! Görmezden gelemiyorum birçok şeyi ve bu benim ruh halimi sarsıyor, depremler yaşıyorum kendi içimde!

Beynim bu sarsıntılara dayanamaz hale geldi, bu gün, ya da yarın çıldırırsam şaşırmayın! Yalnız ben miyim, çıldırmak üzere olan, biliyorum ki bu sayı milyonlara ulaştı, belki de aştı bile!

Bu kadar genç yaşta ölümler, bu kadar ekonomik sıkıştırmalar, bu kadar dayatma, Saddam’ın Irak’ında bile yoktu belki de! Varsa bile adı belliydi, diktatör rejimiydi! Yani en başta duran ne isterse, onun dediği olur, onun için iyi, güzel olan şey, iyidir, hoştur, diğerlerinin yorumuna bile gerek duyulmazdı!

Ben bu ülkede yaşananlara, yaşatılanlara hiçbir anlam yükleyemez oldum. Bunun bir açıklaması varsa ve bu açıklamayı bilenler yapmıyorsa, ellerim kıyamet günü yakasında olacak!

Ülke yönetiminin başında bulunanlar ve onların taraftarları gayet hayatlarından memnun gibi duruyorlar veya öyle görünüyorlar. Onların karşısında olanlar da, yani sözüm ona muhalifler de, kendilerince bir şeyler yapmaktalar fakat ne yaptıklarını bilmiyorlar sanırım.

Haberlerde ve söyleşilerde bol miktarda ağız dalaşına şahit oluyoruz. Laf üretmek üzerine kurgulanmış bir senaryonun parçaları dolduruyor ekranları ve gazete sayfalarını. Haber kanalları böyleyken, diğer kanallarda durum daha da içler acısı, eğlenceler, gırgır programları ve elbette ki hayatımızın en önemli parçalarından birisi, ekmek gibi, su gibi, dizilerimiz.
Yani ülke ne durumda anlamak mümkün değil!

Hani bir ülke için bazı benzetmeler yapılır, yaşanılası bir yer diye, böyle bir şey söylemek mümkün müdür?

Evine icra gitmeyen birey neredeyse kalmamış durumda, maaşına haciz konulmamış çalışan parmakla sayılacak kadar az, şehidi olmayan köy, kasaba, ilçe, il, semt, mahalle, cadde, sokak neredeyse kalmadı!

Turizm reklamlarında bol miktarda güvenden bahsedilen bir ülkeden bahsediyoruz ama her an bir canlı bomba veya araç patlayabilir sağınızda veya solunuzda! En büyük Mehmet bizim Mehmet diye şen şakrak yolladığımız delikanlılar, dağlarda veya bindikleri taşıma araçlarında katledilebiliyor!

Her gün yeni bir umutla başlıyor yaşam, yaşam tezgâhları kuruluyor hayat denen pazarlarda ama gelin görün ki, durum hiç de istenilen şekilde ilerlemiyor. Tüm iyi niyetlerin boğazlandığı bu topraklarda hiçbir şey eskisi gibi değil!

Eskiden her türlü enflasyona rağmen, esnaf bu kadar dar boğaza düşmezdi! Düştüğü her durumda yeni bir çırpınışla ayağa kalkar, üzerindeki tozları çırpar ve yaşamına devam ederdi. Şimdilerde yere düşen esnafın kafasına sıkılmakta! Aynen eski zamanlarda, ayağı kırılan atların sonuna benzedi esnaf ve ticarethane sahiplerimiz!

Eskiden de şehitler verilirdi, aynı senaryo üzerinden oynanırdı oyunlar ama hiç bu kadar olmazdı!

Hiç bu kadar abartılmamıştı!

Hani bölücüler utanmasalar, tanklarla ve hatta uçaklarıyla dolaşacaklar ama Allah’tan utangaç insanlar! Bu kadarına da gerek yok diyor gibiler!

Tarafsız bir gözle bakıyorum tüm yaşananlara, tarafsız olmak için çırpınıyorum, yanlış anlaşılmaktan korkuyorum en çok! İnsanlık ne çekmişse bu güne kadar, korkularından çekmiştir belki ama yine de korkuyor “um”dum!

Artık ne olacaksa olsun istiyorum, sessizce yaşayıp bir böcek gibi öleceğime, yiğitçe konuşup, adam gibi defnedilmek istiyorum!

Kim ne düşünürse düşünsün, ben düşündüklerimi yazmaya ve konuşmaya, bildiğim doğruları söylemeye bu andan itibaren başladım! İnandığım gibi yaşayacağım, yaşadığım gibi de öleceğim!

Kırmızıçizgilerimizi çizmemizin vakti çoktan gelmiştir!

Bu yazıyı paylaşır mısınız, paylaşmaz mısınız orasını bilemiyorum ama okuduysanız bana o da yeter, teşekkür ederim…


Ozan Muhammet CANDAN





15 Eylül 2012 Cumartesi

Sidikli sahiller!


Yazımız, isminden de anlayacağınız üzere gündem dışı. Nereden aklıma geldi, nereden icap etti diyenler için açıklayayım, sabahları erkenden kalkarak, her yeri koşarak dolaşan birisi olunca, birçok şeyden de haberdar olma olasılığınız yüksek oluyor…

Bu “mavi bayrak” denen şey nedir ve ne için sahillere verilmektedir çok merak ediyorum!

Buna karar verenler kimlerdir, bayrak astıkları yerleri cidden inceliyorlar mı, irdeliyorlar mı, kıstasları nedir onu da merak etmekteyim!

İnsan sabahın erken saatlerinde denizin güzelim kokusunu, kuşların cıvıltı sesleriyle kulaklarını şenlendirmek, rüzgârın getirdiği değişik esansları, ciğerlerine çekmek istiyor, bu benim en doğal hakkım diye düşünüyorum. Düşünüyorum ama ancak düşüncede kalıyor tüm bunlar!

Sabahları sahile inmenizi hiç tavsiye etmem, yalnız sabahları değil, başka zamanlarda da tavsiye etmem! Zira sidik kokusundan genziniz dolmakta ve nefes almakta bile zorlanabilirsiniz! Abarttığımı düşünenleriniz varsa, bir zahmet alıcı gözüyle ve bu dediklerimi dikkate alarak bir turlasınlar sahilleri!
Bu kadar yobazlık, bu kadar hayvanlık yakışır mı, insanoğluna?

Tamam, bazı hayvanlar gelip içlerindeki tüm pisliği kusmaktalar tatil bölgelerinde, ahlaksızlık olarak, görüntü ve şekil olarak da, gelmişken bir de şuranın içine bir edeyim, öyle gideyim diye mi, düşünüyorlar! Buraya kadar tatile çıkan bazı hayvanları suçladık kabul ediyorum, buradan sonra da irdeleyeceğimiz kişiler ve kurumlar elbette ki olacak!

Daha birkaç gün önce “mavi boncuk” dağıtırmış gibi dağıtıp geçtiler bayraklarını!
 “Mavi Bayrak” dağıtanların gözleri kör, kulakları sağır orasını anladık da, burunları da mı tıkalı arkadaş! Haydi, bunu dağıtanlar bir kıstas belirlediler ve ona göre bunu dağıtıyorlar da, bu ölçüt içinde temizlik yok mudur? Şayet var ise, neden bol kepçeden dağıtılır bu bayraklar?

Hele ki sidikli sahillere!

Peki, bu bayrağı alan yerel yöneticiler, bu bayrağı oraya astırmakla iş bitiyor mu? Mavi Bayrağımızı kaptık, gerisi önemli değil mi, diyorsunuz? Bu işte var bir yanlışlık ama nerede?

Gece nöbet tutan zabıtalarınız ne iş yapmaktalar? Bu zabıtaların işi sadece, esnafla dalaşmak veya onlarla uğraşmak mıdır? Sandalyeleriniz 1mt dışarı çıktı deyip, içeriye doğru iteklemek midir? Ne diye sahiller kontrol altında tutulmaz? Bu adamlar o işlerle ilgilenmiyor mu? İlgilenirlerse bu “tatil hayvanlarına” engel olamazlar mı?

Ya sahilde yer alan tuvaletler, onlara ne demeli? Birilerine peşkeş çekilmekte bu tuvaletler ve gecenin bir saatinden sonra da kapatılıp gidilmekte! Göbeğini birayla dolduranlar nereye edecekler çişlerini peki? Doğal olarak en yakın noktalara yapar geçer adamlar/hayvanlar!

Sonra da ortaya “Mavi bayrak sahibi, sidikli sahiller” çıkar!


Ozan Muhammet CANDAN
Grafikerler.org


14 Eylül 2012 Cuma

Korkmayın, okuyun lütfen...


İnsan neden korkar, nelerden korkmalıdır? Korkularımız ortak mıdır, yoksa farklı şeylerden mi, korkarız?
Birçok şeyi ortak olan biz insanların, korkularının ortak olduğunu düşünmeye başladım son zamanlarda. Aslında ülke olarak, yani bu ülkede yaşayan insanlar olarak, daha hayata başladığımız ilk günlerden, ömrümüzün son günlerine kadar hep korku aşılanır bizlere. Nedendir bilmiyorum ama sanırım “korkularıyla yaşayan” bir toplumuz…

Küçük bir bebek bile, annesi tarafından baba korkusuyla yetiştirilir, babası onun için korkunç bir yaratıktır. Baba da, bu oyunun bir parçası olur ve çocuğu için olabildiğince korkunç olmaya çalışır. Durum böyle olunca, hayatın yollarında, zaten doğuştan şanssız olan milletimiz(bir inanışa göre) sırasıyla, baba korkusu,  öğretmen korkusu, koca korkusu, sınıf korkusu, okul korkusu gibi daha da çeşitlendireceğimiz kalabalık bir listeyi heybesine koyar ve yürümeye çalışır.
Elbette ülke şartlarında bir gerçek daha vardır, bunun adına da ekonomi diyoruz. Her nedense, ülkenin başına yönetici olan bireyler, her seçim kampanyasında bunu düzeltmek bahanesiyle çıkarlar seçmen karşısına ama kimden veya kimlerden korkarlar bilinmez, bir türlü başaramazlar! Korkuları nedir ve neden başaramazlar hiç bilinmez!
Oysa hepsi okullarından başarılı bir şekilde mezun olmuş, siyasetin her kademesinde yer almış ve bununla da kalmayıp, halkın oylarını da alacak kadar marifetli insanlarken, neden başaramazlar?
Korkaklıklarından olmasın?

Bazı medyada yer alan yazar ağabeylerimiz, bas bas bağırırlar, korku cumhuriyeti diye. İstediklerini yazamaz kimseler, çünkü korkarlar. Neden korktuklarını tam olarak bilmeseler bile, bir korku kalkanı vardır ve onu delip geçmek hiç kolay değildir! Bu kalkanı kuranlar veya var olmasını sağlayanların da vardır elbet korkuları ama onların en kötü yönü, bu korkularını kimselerle paylaşamıyor oluşlarıdır.
Yani birisi çıkıp yiğitçe, kardeşim, sevgili halkımız, biz şu sebeplerden, şu olaylardan, şu durumlardan dolayı korkuyoruz dese, yeni bir kurtuluş savaşına girecek kadar da yüreklidir insanımız!

Ama ne ülke yöneticileri korkularını halkıyla paylaşır, ne halk biri biriyle paylaşır! Bu kadar korkunun olduğu bir memlekette başarı nasıl yakalanır?
Böyle bir şey mümkün müdür?

Yani yazımızın başından buraya kadar geldiğimizde, şunu görüyoruz, biz aslında korkularımızı yenmeye bile çalışmıyoruz. Korkularımızdan o kadar korkar olmuşuz ki, tırsık bireyler olarak yaşamımız tamamlamaya çalışıyoruz! Daha biz korkularımızın adını bile bilmiyoruz ama çok korkuyoruz!
Korkuları yenmek için, önce bunun adını koymamız gerekiyor. Biz neden korkuyoruz, nelerden korkuyoruz, ne sebeple korkuyoruz bu soruları yanıtlamalı ve ona göre bir yol haritası çizmeliyiz kendimize.
Petrol yataklarımız var çıkartamıyoruz, altın yataklarımız var çıkartamıyoruz, bor madenlerimiz var işletemiyoruz, tasarımcılarımız-mühendislerimiz var araba yapamıyoruz, NASA’da çalışacak yetenekte ve beyinde insanlarımız var AY’a gidemiyoruz, daha saymama gerek var mı?  Gerisini siz nasıl olsa biliyorsunuz! Bütün bunları neden yapamıyoruz, biliyor musunuz?
Kor-Ku-yo-ruz…
Sorular ve yanıtlar ne olursa olsun, bir üstadımızın da dediği gibi “nasıl olsa, sağ çıkmayacağımız bu hayattan” ne diye korktuğumuzu anlayamıyorum. Bu, sorumsuzca ve korkusuzca yaşamak demek değildir, bu, korkularımızla yüzleşmektir.
Korkularımızla yüzleşir ve nelerden korktuğumuzu tespit edersek, bireyler olarak başlayacak yükselişimiz, yöneticilere de sirayet ederek bir çığ gibi büyüyecektir, buna inancım tamdır!
Korkulardan uzak bir yaşama merhaba demek için neyi bekliyoruz?


Ozan Muhammet CANDAN
Grafikerler.org

 

13 Eylül 2012 Perşembe

Yamyamların farkında mısınız?



Gece haber bültenlerinin neredeyse tümünde, büyük bir yaygara koparılarak ekranlara yansıtıldı. Sevgili Peygamberimizi kötüleyen, O’na art niyetle yaklaşılan ve hakaretler içeren bir film çevrilmiş ve bunu bir avuç Kıpti denen topluluğa ait bireyler yapmışmış!
Bunu duyan Libyalılar da ABD büyükelçiliğini basarak, büyükelçiyi ve üç adet çalışanı katletmiş!

Öncelikle bir konunun altını çizmekte fayda var burada dünyaya verilen mesaj, Müslümanların birer cani olduğudur, bunu görmek gerekiyor! Bu ilk değil biliyorsunuz, Libya lideri Muammer Kaddafi katliamında da yapılanları izlerken kanımız donmuştu. Taktik aynı, katliamın başlayış, ilerleyiş ve sonucu yine aynı!

Bu şu demek oluyor, o katliamı yapan grup, yine iş başında! Bunlar kimlerdir peki, öncelikle bunun tespit edilmesi gerekmez mi?

Birazcık düşünebilen bir insan, uyduları sayesinde istediği insanın, yatak odasına bile girecek bir teknolojiye sahip olan bu ülkenin, neden bu suçu işleyenleri tespit edemiyor oluşu değil midir? Üstelik stratejik olarak ABD’nin son derece önem verdiği bir yerden bahsediyoruz, Libya’dan!

Tahmin edeceğiniz üzere, yirmi dört saat boyunca kayıt altında tutulan, gözetlenen ve takip edilen yerlerin birinden bahsediyoruz. ABD istemedikçe, hiçbir ülkede sinek dahi uçamaz, ABD büyükelçiliğinin basılması, yakılması, yıkılması, elçisinin öldürülmesi mümkün değildir! ABD bunun olmasını istemediği sürece!
Bu imkânsızdır anlamında demiyorum, elbette ki yapılabilir ama sadece ABD istediği zaman, istediği şeylere müsaade eder!

ABD neden bu yöntemi kullanır?

Nedeni basittir, tarz olarak bireyselleri suçlamaz, toplumları ve toplulukları suçlar, bu onun hareket alanını genişletir. Diline doladığı bir terörizm kelimesi vardır ki, dilediği şekilde yuvarlar topu, istediği şekilde de gol yapar! Terörizm onun ekmek yediği en iyi sofra diyebiliriz. Ne tarafa çevirirse çevirsin, karnını bunun sayesinde doyurmakta olan bir ülkeden bahsediyoruz!

İslam Dünyasına yeni tuzaklar kuruluyor!

İyi bir siyasi çıkış yakalayan ve başarılı bir grafik çizmeye başlayan Mısır’ın nüfusunun %7’sinin Hristiyan Kıptilerin oluşturduğunu kaçımız bilmekteyiz?

Peki, bu olayın hemen akabinde, Mısır’da yaşananların, bu olaylarla bir anda, nasıl iç içe girdiğini görmekte misiniz?

Sözde hakaretler içeren bir filmin, resmi olarak gösterimine izin verilmesi, sonrasında bu filmden bir anda Libya’da yer alan “yamyamların” haberdar olması, büyükelçiliği basması, katliam yapması, sonra Mısır’ın yeniden ayaklanması, tüm bunlar bir tesadüf müdür? Tesadüf değil ve organize bir iş ise eğer, bu denli planlı ve güçlü bir harekete sahip olan Müslüman toplumların, neden içi dışı karma karışıktır peki? Neden her gün kendi kendilerini yok etmek çabasında olurlar? Peki, Ülkemizde yaşananlar, az şeyler midir?

Toplumsal nifakların, tuzakların ve bu düzenden karnını doyuran yamyamların farkında mısınız?


Ozan Muhammet CANDAN
Grafikeler.org

4 Eylül 2012 Salı

İtiraf...



Birileri sorduğunda mutsuzluktan ve huzursuzluktan dem vurmaya bayılır. Ülkenin genel sorunlarından birisi olan bu duruma alışmaya çalışmak bir yana, bunu bildiği halde kabul edemez. Her zaman kabiliyetli, her zaman bilgili, her zaman en iyisidir! Bu günün dünyası bunu istemektedir! O’da bu dünyanın bir parçası olduğuna göre, dişlilerin arasında ezilmeli ve yok olmalıdır!

İş hayatında, aşk hayatında daima zirve yapmıştır. En çok onun hakkıdır sevilmek, o en çok sevilmelidir. Giydiği kıyafeti kimseler giymemelidir, ayakkabısı bir başkasında olmamalıdır, yediği yemeği bile neredeyse kimse yememelidir, durum bu kadar vahim anlayacağınız!

Özel arabasıyla gidip gelmelidir işine, toplu taşıma araçlarını bile kullansa, kimsecikler oturmamalıdır yanına. Kimse dikilmesin ister tepesinde, kulağında dinlediği şarkılar ona özeldir, en özel web sitelerini sadece o bilir, o kullanır. Yalnızlıktan şikayet eder çokça, fakat kalabalıklar da boğulacakmış gibi olur. Sırf bu yüzden en yakın arkadaşlarıyla bile sadece mesajlaşır, aslında yüzlerini görmeye, dertlerini dinlemeye bile dayanamaz. Tüm bunları yaşatırken içinde, kimselere itiraf edemez bu durumu, kendisinden bile saklayacak kadar da ikiyüzlüdür!

Kimi zamanlarda ihtiyaç duyar birilerine ama “o” ne zaman isterse, ancak o zaman olur bu buluşmalar, öyle gelişi güzel bir buluşma ona göre değildir. Çok planlı olduğundan değil, tahammülsüzlüğündendir bu durum. Her ne olursa olsun o özel bir insandır. Okuduğu kişisel gelişim kitaplarında bunu öğrenmiştir, aslında bunu öğrenirken, kendisine bencilliğin enjekte edildiğinin farkında bile değildir!

Çaresiz değildir hiçbir zaman, sürekli çözümler ürettiğini düşünür ama çaresiz kalmaktan da asla kurtulamaz. İşte böyle durumlarda lazımdır birisi yanına. O konuşur, karşısında ki vefalı dostu dinler, ona yardımcı olmaya çalışır, kendince çözüm yolları arar arkadaşına. Oysa tüm bunlar, yeterli değildir o’na, daha fazlasını hak ettiğini düşünmekten asla geri kalmaz!

Özel bir insandır dedik ya, azla yetinmez duyguları, kıtlıktan çıkmıştır neredeyse ama bunu da itiraf edemez kendisine. Aşksızlıktan yakınır, başını dayayıp hayatını paylaşacağı bir hayat arkadaşıdır tüm istediği, bu kadar özel olduğu için de, kimseler uymaz ona, hep bir numara küçük gelmektedir, denedikleri! Tüketici toplumun bir parçası olarak tüketmektedir, dostluklarını, sevgilerini ama farkında olamayacak kadar da budaladır!

Hayat en güzel şeyleri hep ona vermelidir, bir başkasına değil. Bir başkasına verse bile, ona verilenler daha bir özel olmalıdır. O’nu kimse bırakıp gidemez mesela, o istediği sürece kalmalı, ancak “o “istemediği zaman gitmelidir. Hayatı “o” planlamalıdır, onun planlarının dışına çıkacak bir hayatı da kabul edemez ama yaşamaya mecbur olduğunu bilemeyecek kadar da cahildir!

Kimden mi, bahsediyorum? Okuduğunuz satırlardan birisi çıkmadı mı, karşınıza? Nasıl, hiç yabancı gelmedi değil mi?
Yakınınızda bir ayna var mıdır, lütfen bakınız o zaman!..


Yeniden görüşmek üzere, hoşça kalın…

Ozan Muhammet CANDAN
grafikerler.org

3 Eylül 2012 Pazartesi

Unuttum diyen yalancıdır!





İnsan asla unutmaz. Unuttuğunu söyleyerek ya yalan söyler, ya da kendisini kandırır. Unutmak diye bir şey yoktur. Unuttuğunu söyleyebilmek belki biraz cesaret göstergesi, belki biraz inatçılıktır.

Geçenlerde unuttuğumu düşündüğüm birçok şeyi aslında bal gibi hatırladığımı fark ettim. Kim unutabilir ki çocukluğunu, dedelerini, ninelerini, oyuncaklarını, ilkokul günlerini, ilk sıra arkadaşını, ilk lokantada yediği yemeği, sevgililerini, yarenlerini? Var mıdır, unutan acaba çok merak ediyorum!

Unuttum diyenlere hep yalancı gözüyle bakar oldum!

Bu belki de psikolojik hallerimden kaynaklanıyor ama unuttum diyenler de hiç doğrucu değiller, bunu da kabul etmek gerekiyor.

Unutmak dedim de, cidden unutmayı başaranlar var mı, aramızda? Varsa eğer, bunu nasıl başardılar? Ne yaptılar da bu kadar üst düzey bir olmazı, olur hale getirdiler? O kadar çok şarkılar türküler var ki bu konu için yazılmış söylenmiş, onlar bile “insanın unutmayacağının, unutamayacağının” en büyük kanıtı olabilir diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Mesela ilk aklıma gelen ve şu an dinlediğim şarkı münasebetiyle Murat Göğebakan’dan “unutur muyum seni” ne güzel yazılmış, ne güzel yorumlanmış, harika bir şarkı. Zaten aslında bugün farklı bir konuda yazacaktım ama radyoda bu parça çalınca, gündemim değişiverdi. Zaten her insan gibi unutmak veya unutulmak üzerine birçok anım olunca, kaçınılmaz sona gelinmiş oldu. Unutmak ve unutulmak aslında üvey kardeşler gibi görünseler de, tek yumurta ikizi olduklarından adım kadar eminim...
Unuttuğumuza kendimizi inandırırız da, karşımızdakiler bunu hiç yutar mı, bence yutmazlar!

Çünkü insan kendinden bilir işi, ben ne zaman unuttuğumu söylesem, kendimle bir savaş başlamıştır, unutmadığıma dair ve ikilemde kalır duygularım. Duygular ne güzel şeyler aslında, insanı yaşatan, insanı besleyen ama aynı zamanda yaşlandıran.

Bir sözüm aklıma geldi şimdi “duygularıyla yaşlanır, insan” demişim günün birinde, o zamanlar henüz gençtim ama bu gün geldiğim noktada, doğru bir düşünceyle söylenmiş olduğunu daha iyi anlıyorum. Belki de bazı gerçekleri, insan yaşlandıkça kabul etmeye başlıyor olabilir, ne dersiniz?

Unutulmak ve unutmak yalanına inanmayan, bunun doğru olmadığını bilen, kavrayan herkese mutlu günler diliyorum. İçinizdeki savaşı bir gün kaybedeceğinizi siz de çok iyi biliyorsunuz, boşuna direnmeyin, insan ne unutur, ne de unutulur içiniz rahat olsun!

Unutmak bu kadar kolay olsaydı, herkes hayatını kolayca sıfırlar ve geçmişe dair hiçbir şeyi taşımazdı heybesinde! Taze düşünceler, taze duygular yaşanamaz mı? Yaşanır elbette, bu her zaman mümkün ve öyle olmak zorunda. İnsan geçmişte değil, gelecekte yaşamalı, bunu sonuna kadar savunurum her platformda ama unutmak ve unutulmak diye bir şeyin mümkün olmadığını da bir şekilde kabullenmek zorundayız, değil mi?

Geçmişi yanımızda taşısak da, geleceğe umutla ve yeni duygularla yeni adımlar atan herkese gönül dolusu tebrikler…

Ozan Muhammet CANDAN
grafikerler.org



www.reklammarket.net

Özgürlük

  Önce kocaman bir yürek taşıyacak Sonra uğrunda savaşacaksın, Sende yoksa o yürek Boşuna sesini yükseltip bağırmayacaksın! Bu yol bildiğin ...