30 Ekim 2011 Pazar

Sıradan günler ve gündemler 2


Sahipsizliğini düşündü bir süre oturduğu tahta iskemlede. Sonra, sahip olması gerektiklerini hayal etti. Kalktı oturduğu yerden, yürümeye başladı, adımları artık taşımıyordu onu. Yol üzerindeki taşlar kadar çoktu korkuları aşk’a karşı. Aşk’tan kaçmaya çalıştıkça, ayağına dolanan taşlar gibi, dolanıyordu yüreğine aşklar! 

O aslında sevmek taraftarı değildi, belki sevilmek yeterliydi çelimsiz yüreği için. Çünkü onun yüreği, sevmek denen ağır yükü kaldırabilecek kadar güçlü değildi!
Sevmek ciddi bir işti, ciddi olduğu kadar, güçlü bir yürek, sağlam bir duruş gerektirirdi! Zamane aşklarını ve aşıklarını anlamaya çalışıyordu! 

Onun tabiriyle aşk, yalansız, dürüstçe ve çıkarsız olmalıydı! Birisinin yüreğine sahip olmak, birisine sahip olmak için, gerçekleri saklamak, bu zamanın bir getirisi miydi? Çok yabancısı olduğunu anladı bu zamanın! Rüzgar yalayıp geçti yanaklarını. Gözünden düşen birkaç damla yaşın, buz gibi olduğunu hissetti. Yakalarını kaldırdı eskimeye yüz tutmuş olan montunun…

Aslında soğuk değildi ama üşüyordu!

Havanın kararmasına birkaç saat vardı. Ortalığın tenhalığı, günlerden Pazar oluşundan olsa gerekir, diye düşündü. Aslında, işine yaramıştı bu durum, ağladığına şahit olan birileri olsaydı, aynada bile kendine bakamazdı utancından! Utanmakta haklıydı, hayatta tek istediği, kendine ait bir yuvasının olmasıydı. Sırf bunun için sevmez miydi, sevilmez miydi, insan denen yaratıklar?

Neden her seferinde yeni sürprizler yaşatıyordu, hayat!  Tüm doğa, işi gücü bırakmış, sanki onunla uğraşıyordu! Öyle değilse bile, şu an, öyle olduğunu düşünüyordu. Çaresiz kaldığını düşündüğü zamanlarda, düşünmeye ihtiyacı olurdu ve bu bir sigara daha içeceği anlamına geliyordu.

Cebindeki paketten bir sigara daha çıkardı, yakmaya çalıştı ama olmadı, kaldırıp attı çakmağı sol taraftaki kayalıkların oraya. Denizi de artık sevmeyecekti, artık hiçbir şeyi sevmemeliydi! Yolun sonunda olan bakkaldan, yeni bir çakmak almaya girdi. 

Bakkal başka bir ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda, çekip gitmek istiyorum, dedi!  Bakkal suratına bakarken, o çoktan adımını atmıştı sokağa.

Keşke şu bakkaldan çıkıp gitmek kadar kolay olsaydı, tüm sorunların içinden çıkmak, dedi ve yürümeye devam etti…

Hoşça kalın…




Ozan Muhammet CANDAN



29 Ekim 2011 Cumartesi

Bir fincan kahve...


Hayatımızın birçok vazgeçilmezi vardır. Bunlar zamana ve yaşadıklarımıza göre yer değiştirir veya tamamen değişir. Değişime zaten alışmış insanlarız, teknoloji çağının insana kazandırdığı yeni özelliklerden birisi de bu olsa gerek. Tarzımızı değiştiriyoruz, saç rengimizi, evimizi, arabamızı, eşyalarımızı, çantamızı, bilgisayarımızı ve bazen dostlarımızı bile değiştirme ihtiyacı hissedebiliyoruz…
Her ne kadar, değişime ve değiştirilmeye meraklı olsak da, hayatımızda bazı değişmez keyifler vardır. Mutlaka sizlerin de vazgeçmek istemediği ve keyif aldığı birçok şey vardır. 

Kişisel olarak benim de birçok tercihim vardır, en önemlisi, güne sporla başlamak, bu beni rahatlatır. Gün için kendimi daha hazır hissederim. Ardından sıkı bir kahvaltı olmalıdır, yoksa güne eksik başlarım. Eminim spor hariç birçoğunuz iyi bir kahvaltı yapmaktadır. Yapmayanlar da bu konuya dikkat etsinler istiyorum. Kahvaltı insanın gün için, eksik kalan tarafını tamamlayan bir öğündür. Diğer öğünler aksamış olsa da çok önemli değildir.
Benim vazgeçilmezlerim arasında yer alan bir şey daha var. Kahve…

Dinlendirici özelliği mutluluğu, acılığı hayatı, kokusu yuva sıcaklığını, köpüğü hayatımızda yaşadığımız inişleri çıkışları hatırlatır. Yani bir fincan kahve, öyle basit bir şey değildir, içinde birçok şey saklar. Her yudumda değişik duygular yaşatır, aşk gibidir…

Kahve içmek aslında bir alışkanlıktır. Herkes kahve içmez veya içemez, kahve içen insanların ortak noktaları da vardır. Mesela sohbet etmeyi seven insanların, kahve içmekten hoşlandığı bilinir. Kahve koyudur ve koyu sohbetlerin de anahtarıdır aslında. Kahveyi ciddi insanlar içerler ve ciddi konular konuşulur. En ciddi işlerin başlangıcında da kahve vardır. Mesela iki insanın hayatının değişim noktasında, kız istenirken, kahveler yudumlanır.

Bir dostunuzla ya da arkadaşınızla buluştuğunuzda, ortaya iki fincan kahve geldiğinde, iyi bir sohbetin başlayacağını anlarsınız. Kahveler acıdır ama sohbetler tatlıdır. Atalarımız bile bu konuda “bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” diye, önemli ve iddialı bir söz söylemişler. Bu kadar ciddi bir içeceğin, sohbetleri de yavan olamazdı sanırım.

Yazımızın başında değişimden, değişmekten bahsettik. Aslında toplumumuzun tek değişmez alışkanlığı ve keyif aldığı “kahve” olsa gerek diye düşünüyorum. Birçok insan kendini değiştirirken, sevdiği şeyleri değiştirirken, değiştiremediği tek bir şey var, kahve!

Haksız mıyım, şöyle bir düşünün bakalım?

Neler değişmiyor ki? Değişmeyen neredeyse hiçbir şey kalmadı ama ne kokusu, ne tadı, hiç değişmedi kahvelerimizin... 

Şimdilerde birçok katkı maddesi katılmış olan kahve çeşitleri olsa da, hala kokusunu korumaktadır kahve. Nasıl ve ne çeşit olursa olsun, ben buradayım diye haykırır çevresine, beni unutmayın der!

Kahvaltı sonrası güzel bir kahveye, kim hayır diyebilir ki? Şimdiden afiyet olsun...

Yaşadığınız müddetçe, sizin de bir fincan kahve kadar değerli ve unutulmaz olabilmeniz dileğiyle, hoşça kalın…


Ozan Muhammet CANDAN

25 Ekim 2011 Salı

Bana seni anlat!

Benim sesimden dinlemek isterseniz...
Kayıt biraz kötü olsa da yayınlamak istedim, ilerleyen bir zamanda daha iyi bir kayıt ile yenileriz :) 


Hayallerim var, senin bilmediğin,
Sana dair, umutlarımla yaşıyorum!
Şarkılarım var, türkülerim var dinlediğim,
İçinde seni aradığım ve yaşadığım!
Dualarım var, Tanrıdan dilediğim,
Düşüncelerinde olmak için çabaladığım!
Şimdi toplasam duygularımı,
Yollasam sana, kabul eder misin?
Taşıyabilir misin, bu ağır yükü!
Beni azıcık da olsa, anlayabilir misin?
Fark eder misin, adını duyduğumda,
Yüzümde oluşan tebessümü!
Şimdi karşımda olsan,
Yıldızlı gözlerinle bana bir baksan!
Sen ateş olsan, ben yansam!


Bu bir hayal mi?
Oyun mu?
Adını bilmiyorum!
Öylesine şeyler işte…
Sanırım saçmalıyorum!


En güzeli bir gün, karşında olmak!
Sessini duymak, seni yaşamak!
Bakışlarına dokunmak…
Konuşmak hiç susmadan,
Ara vermeden, nefes almadan!
Ben seni konuşmaya doyamam!
Seni anlatmaya da, fakat…
Arada bir olsa da,
Bana, bilmediğim seni anlat!

Ozan Muhammet CANDAN










24 Ekim 2011 Pazartesi

Özlediğini bulmak!

Özlemek nedir, hasretliği iliklerine kadar hissetmek, tüm bunlarla yaşarken, en özlediğini bulmak, karşılaşmak…

İnsan, en çok özlediğini karşısında ansızın bulduğunda tam olarak ne hisseder, neyi hissetmelidir? Çok özlediğinizi karşınızda gördüğünüzde, boğazınızın düğümlendiğini, ne söyleyeceğinizi bile düşünemediğiniz anları, yaşadınız mı? Sahipsiz kalmış duygularınızın, düşüncelerinizin, sahibi tam karşınızda dururken, aklınızdan neler geçerdi?

Fırtınalı bir havada, sağa sola savrulan yapraklar olur ya hani, aynen öyle duygular yaşıyorsunuz. Beyninizin hücreleri, bu sallantıdan etkileniyor, düşünemiyorsunuz, hesap yapamıyorsunuz, ne duygularınızın hesabını, ne geçmişin hesabını!

Karmaşık duygular arasında çöküp kalıyorsunuz olduğunuz yere. Keşke insan olmasaydım diye düşündüğünüz bir an bile olabiliyor. İnsan olmak yerine, bir saksı çiçeği veya bir sinek ya da üzerinde oturduğunuz koltuk olmak, daha cazip gelebiliyor kişiye…



Kalbinizin hızlı vuruşları, suratınızın tam ortasına atılan yumruklar gibi etkiliyor sizi. Yoruluyorsunuz, bitkin düşüyorsunuz, sonra...


Sonrası var mı ki?

Ozan Muhammet CANDAN

23 Ekim 2011 Pazar

Yaşama tutunmak...

Hayallerimi yüklediğim omuzlarım, artık taşıyamaz duruma mı, geldiler? Nedir, bu içimde yaşadığım çelişkiler? Yorgun bir balıkçı gibi titriyor ellerim, aklımdaki satırları yazarken…

Denizin, güzel yanları vardır ama kötü yanlarını, denizin ortasında, çaresiz kaldığında anlıyor insan! Aklına gelen tüm çözümleri uygulamaya koysan da, bazen umduğun sonuçlara ulaşamıyorsun. Buna birçok neden üretilebilir. Fakat bu nedenlerin başında, kişi kendisini görüyorsa, ne yapılabilir? Bunun adı tamamen çaresizlik midir, yoksa geçiş evresi mi?

Geleceğe dair kaygılarımı yitirdiğim zamanlar, olmuyor değil elbette. Bahsi geçen bu zaman diliminin, ne kadarı düşecek payıma? Tarafıma düşen bu paydan, ne kadar fayda veya zarar göreceğim? Yaşama tutunmaya çalışırken, ne kadar gelecekle ilgili planlar ve hayaller kurabilirsin? Negatiflik üzerine kurulunca hayaller, pozitif sonuçlara gebe kalabilir mi?

Ayıkla şimdi pirincin taşını, ayıklaya biliyorsan!

İnsan, hiç kendi içinde kaygılar taşırken, umut adına düşüncelerini büyütebilir mi? Bunun çabasını veriyorum sürekli!

Yorulduğum zamanlardan birisini yaşıyorum sanırım…

İsyankarlık, asilikten gelir, demiştim bir yazımda. İsyan etmek iyi bir şey değil belki ama her şeye razı olmak da bana göre değil! Ne zaman diner insanın içindeki fırtınalar, ne zaman durulur kaygılarımız? 

Gelmek için hiç can atmadığım bu yeryüzünde, neyin mücadelesini, neden vermek durumundayız! Dünyanın pisliğini, yaşanmazlığını, adaletsizliğini, yaşamaya mecbur bırakılan bizler, ne yapabiliriz bu çaresizlik içinde?

Kader deyip geçenlerimiz vardır aramızda ama ben onlardan değilim! İnsan en çaresiz olduğu durumlarda bile bir mücadele verebilmeli. Vermeli ki, hayata tutunabilsin, vermeli ki, başarıya ulaşabilsin! Üzülmesin hiçbir insanın yüreği, akmasın gözünden tek damla yaş!

Her ne kadar çaresiz bir yanımız olsa da, çözüm bulmak için mücadelemize devam etmeliyiz. Bu mücadele sonunda kaybedeceğimiz kesin olsa da, kaybetmenin de kazandıran yanlarını unutmadan tutunmalıyız yaşama…

Yaşamın hayat soframıza getirdikleri, insancıl olmasa bile, biz insanca yaşamayı başarmaya çalışmalıyız! Bunun mücadelesini verdiğimiz zaman, başarılı ve umutla dolu bir insan olabiliriz...



Ozan Muhammet CANDAN






17 Ekim 2011 Pazartesi

Sensizlik soğuk!

Dışarıda hava soğuk, içeride kahve sıcak!
Ortam da sıcak, kalp soğuk, hava gibi!
Kış güzel, güzel olmasına da,
Senin kadar güzel değil!
Her şey yolunda ama içim buruk!
Sensizlik buz gibi, soğuk!

Ozan Muhammet CANDAN

Kızıyorum!

Pembe köşklerde otururken, kenar mahalle sakinlerine seslenen ve yapılan zamlar hakkında, onlar adına üzüntülerini dile getirenlerden nefret ediyorum!


Bir elin yağda, ötekisi balda, neyin hayıflanmasını yapıyorsun? Sormazlar mı adama, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye?


Altında bilmem kaç bin liralık araba olacak, milyon dolarlık dairelerde, villarda yaşayacaksın, dün gece yemekte veya gece kulübüne bilmem ne kadar hesap ödeyeceksin, bir o kadar bahşiş bırakacaksın, sonra çıkıp meydana zamları eleştireceksin!


Sana ne zamlardan? Zamlar yattığın yatakta dikenli tel mi, büyütüyor? Sofranda eksik bir şeyler mi, olacak? Mesela, bu hafta sonu Parise mi, gidemiyorsun?


Saçmalamayın!


Yapılacak bir şey varsa bunu siz değil, vatandaş düşünsün!


Ozan Muhammet CANDAN





15 Ekim 2011 Cumartesi

Kitap kapağı nasıl hazırlanır...

Kitap dediğimiz zaman, bilgi edinebileceğimiz, faydalanabileceğimiz, zaman geçirmek için vakit harcadığımız, eğlendirici, dinlendirici aynı zamanda öğretici yanları olan, yazılmış, basılmış, ciltlenmiş ve yayımlanmış, raftaki yerini almış olan ürünler aklımıza gelir. Sözlüklerde daha değişik bir açıklaması olabilir ama benim lügatimde kitabın tarifi, bu şekildedir.

Kitap her insanın hayatında mutlaka vardır, kimisinde az yer tutar, kimisinde çok fakat hayatında hiç kitap görmemiş veya eline almamış insan var mıdır, bilemiyorum ama ben olacağı kanısında değilim. Görüldüğü üzere ilgili olsak da, olmasak da kitap insan hayatının içerisinde yer alan, ekmek kadar, su kadar önemi olan bir ürün bizler için. Buraya kadar kitap insan için ne demektir, kısa yoldan anlatmaya çalıştım.

Konumuz elbette ki, kitabın insan hayatındaki önemi değil ama insan hayatında bu denli önemli yer tutan bir ürünün tasarımının da, ne denli önemli olduğunu sanırım anladık. Kitap tasarımı dediğimizde ilk aklımıza gelen, kitap kapağı tasarımı olacaktır çünkü, kitap içerisinde tasarımın o kadar önemi yoktur, sonuçta tasarım, kapakta yer almaktadır. Yani bir kitabın kalbi, kapağıdır, diyebiliriz.

Her tasarımda önemli olan birçok tasarım kuralı, kitap kapağı tasarımında da geçerlidir, öncelikle bunu belirtmekte fayda görüyorum. Tasarım kurallarını tam olarak bilmiyorsanız, öncelikle bu kuralları öğrenmenizi ve sonrasında ciddi işler üretmeye başlamanızı tavsiye ediyorum. Buradan ne anlıyoruz, kitap kapağı tasarımı ciddi bir iştir.

Tasarımımıza başlarken, kitap içeriğinde yer alan bilgilerin ve paylaşılacak yazıların içeriğini iyi bilmemiz gerekmektedir. Yani, basılacak olan kitabı okumaktan bahsediyorum, incelemekten, irdelemekten. Belki bir fırıncıya reklam metni yazarken veya kartvizit hazırlarken inceleme gereği hissetmezsiniz ama konu bir kitap kapağı tasarımıysa, o kitap içerisinde yer alanları okumalısınız. Buradan şunu anlıyoruz, kitap hakkında yeterli bilgiye sahip olmalıyız. Bu zaten, tüm tasarım yapacağınız ürünler ve işler için geçerlidir, bilgi sahibi olmadığınız bir ürünün tasarımını yapmak, gözlerinizi kapatıp, kalabalık bir trafiğin ortasından geçmeye çalışmak demektir.

Şimdi gelelim konumuzun detaylarına, bir kitap kapağı tasarımında kullanacağınız görseller, metinler önemlidir ama daha önemli olan bazı kriterler de var onlardan bahsedelim. Akılda kalıcılık, belki birçok tasarımda önemlidir ama kitap kapağı tasarımında çok daha önemlidir, bunu asla unutmayınız. Unutulmayan çabuk anımsanıveren detaylar yine çok önemlidir. Kitabı okuduğumuza ve bilgi sahibi olduğumuza göre, kitaba anlam veren ayrıntıları da biliyor olmalıyız, kitap içerisinde yer alan ve o kitaba anlam veren detayları unutmamalıyız.

Hazırladığımız kitabın içeriğinde yer alan bilgiler, daha önceden hiç kaleme alınmamış mıdır, yani daha önce o bilgileri veren kitaplar yayınlanmamış mıdır? Peki, bizim kapağını hazırladığımız kitabımızda yer alan bilgilerin farklılığı nedir, işte bunlara dikkat etmeliyiz.

Her tasarımın en önemli yanı özgünlüğüdür, yani kendine has bir yanının bulunmasıdır, çarpıcı bir yanı olmalıdır, buna dikkat etmeliyiz ve yapılan tasarımı sıradanlıktan kurtarmalıyız. Yapacağımız kitap tasarımının, topluma, çoğul kişilere ve kalabalıklara hitap edeceğini, belki milyonlara ulaşan bir okuyucuya veya inceleyecek milyonlarca kişiye ulaşacağımızı düşünelim. Böyle bir tasarımda en önemli konu nedir, bunu iyi bilmeliyiz, yani, o kitabı eline alan herkes, merak etmelidir. Evet, merak ettirmekten bahsediyorum, merak etmeli o kitabı eline alan veya rafta gören kişiler. Bununla birlikte fark edilmek, yine çok önemlidir, bunu kullanacağınız renklerle, görsellerle veya özel tekniklerle basılmış, hazırlanmış bir kapak çalışmasıyla yapabilirsiniz. Kitap içeriği ile ilgili görseller veya yazarıyla ilgili görseller kitap kapağında kullanılabilecek ürünlerin başında gelir.

Kitap kapağı tasarımının, aklı meşgul eden, düşündürücü, kapağı gördüğü zaman, okuyucuya soru sorduran bir yanı mutlaka olmalıdır. Yani sorgulamanın başlangıcı, kitabın kapağı olmalıdır. Bir fikir kitabının kapağında, okuyucu ile duygusal bağlantı kurulabilir mi, buna birçoğunuz olmaz yanıtı verecektir, ben de olabilir yanıtı verenlerdenim. Bundan birkaç yıl önce bu soruyu bana sorsaydınız, kesinlikle sizin gibi düşünür ve yanıtlardım ama şuna inanın, artık okuyucu kitlesi de, yazar kitlesi de, çok değişmiş durumda. Buradan şunu anlıyoruz, kitap kapağı tasarımı yapıyorsanız, o camianın içinde yer almanız, yani sizinde iyi bir okuyucu olmanız gerekiyor, bunu asla unutmayın. Çünkü kitap kapağı tasarımı, bulunduğunuz ve yaşadığınız zaman dilimiyle alakalı bir konudur. Bu birçok tasarım için geçerlidir ama kitap kapağı tasarımı için, kesinlikle geçerlidir. Bundan yirmi yıl önceki kitap kapağı tasarımlarını bir düşünün, bir de şimdilerde yapılan tasarımları düşünün, o zaman ne anlatmak istediğimi, çok daha iyi anlayacaksınız.

Ben tüm tasarımlarda karmaşadan daha ziyade, sadelik yanlısı birisiyim ve kitap kapağı tasarımında da, sadelik ve yalın bir tasarımın daha etkileyici olacağını düşünüyorum. Yani, okuyucuyu yormadan, kendisi hakkında fikir sahibi olmasını sağlayacak bir kitap kapağı tasarımından bahsediyorum. Kullanacağınız renkler ve tonlamalar okuyucuyu içine çekmeli, tüm bunları yaparken de, yine her zaman belirttiğim gibi, yapacağınız tasarım amacına uygun olmalıdır. Tüm bunları düşünürken, tasarlarken veya oluştururken ekonomik yanını da düşünmeniz gerektiğini bilmenizde fayda görüyorum. Kısa bir şekilde teknik detaylara girmeden, bir kitap kapağı tasarımında dikkat edilmesi gerekenleri sizlere anlatmaya çalıştım, umarım faydalanabileceğiniz bir yazı olmuştur.

Yeni bir konuda yine görüşmek üzere…

Tasarımınız bol olsun…


Ozan Muhammet CANDAN
Grafikerler.org










14 Ekim 2011 Cuma

Gelişen teknoloji!

Havalar soğumak üzere ve bu günlerde çok dikkatli olmak gerekiyor. Müthiş bir salgın var yine. Eskiden bu kadar çok grip salgını olmazdı, en azından hatırladığım kadarıyla öyleydi. Ben çocukken bile çok az gribe yakalandığımı hatırlıyorum, kaldı ki, o biçim soğuklar olurdu, kar, fırtına, tipi, aklınıza ne gelirse bulunurdu bizim oralarda. Buna rağmen kolay hasta olunmazdı ama şimdilerde rüzgar esse korkuyoruz, korkmakla kalmıyor, hasta oluyoruz.

Gelişen teknoloji insanın dayanma gücünü ve direncini mi, kırdı acaba diyorum. Yani teknoloji gelişirken, insanlık genetik olarak geriliyor mu? Bu konuda bir çok düşünceye sahibim ama bu düşünceye yeni bir şey daha eklendi artık, gelişen teknoloji insanı hasta da ediyor!

13 Ekim 2011 Perşembe

Çatışmalar, çakışmalar...

Yeni nesil hiç eskimeyen bir sözcüktür, her eskimekte olan nesil için, her zaman diliminde, mutlaka yeni nesiller bulunmaktadır, aslında eskimeyen bir yeni nesilden söz ediyoruz. Bana göre yeni bir nesil varken, başkaları için, ben yeni nesil sayılır ve kabul edilirim.

Yeni nesil erkekler, yeni nesil kadınlar, yönetmenler, öğretmenler, teknik direktörler, yeni nesil yazıcılar, buğdaylar, yeni nesil kuaförler diye uzayıp gidecek bir listemiz var önümüzde. Yeni nesil gençlik bunlar arasında sanırım en yaygın kullanılanı olsa gerek. Eski nesil zamanında yeni olan nesiller, şimdinin eski nesilleri.

Yeni nesil grafikerler’e ne demeli? Yani, yaşı eskiyen grafikerler dinozor sınıfına terfi ederken, arkadan yetişenler yeni nesil olarak adlandırılmakta. Doğru mudur, değil midir, bu ayrı bir konu.

Grafik sanatının belli başlı kuralları vardır ve bu kuralları uygulayanlar başarılı grafikerlerdir, uygulayamayanlar grafiker değil, grafikerlik yapmaya çalışanlardır. İyi bir grafikerin eskisi, yenisi olur mu? Olur diyenlerimiz olduğu kadar, yok canım ne alakası var, eskisi de iyidir tasarım kurallarını bildiği ve uyguladığı sürece, şimdiki zamanda bulunan da, diyenlerimiz ve düşünenlerimiz olacaktır, olmalıdır da zaten.

Grafikerliği çok fazla ciddiye alan bir tüketici gurubu olduğunu düşünmüyorum, hizmet verilen kişileri göz önüne getirdiğimde. Yani grafikerlik, oradan buradan resimleri toplamak, yazıları derlemek, müşterinin istediği şekilde yapılacak işi uygulamak şeklinde yorumlanmaya başlamış durumda. Bunu abarttığımı düşünenleriniz mutlaka olacaktır aranızda, fakat birkaç gün öncesi yaşadığım ve karşılaştığım eski bir müşterimle aramızda geçen diyalogdan bunları anladım. Uzun zamandır mesleğimle ilgili çalışmalar yapmadığımı, sadece kıramadığım insanlar için bazı işleri yaptığımı belirtmek istiyorum.

Bahsettiğim müşterimin bir at çiftliği var, oldukça büyük ve güzel bir yer, bazı tanıtım çalışmalarında birlikte çalışmıştık, başarılı ve güzel sonuçlara da ulaştığımızı biliyorum. Benim işim, bir işletmeye para kazandırmaktan daha çok, o işletmeyi markalaştırmaktır ve ben bunu sağlarım, para kazandırma konusu, ayrı bir projedir ve ayrı çalışmalar gerektir.
Gerçi, reklamcılık genel anlamda işletmelerce, hem geniş bir tanıtım ve markalaşma, hem para kazandırması gereken bir meslek gibi algılanır, yani müşteri bir taşla, iki kuş vurmayı düşünür, ben bu ikisini daima ayrı tutanlardanım. Yani, hem tanıtım ve markalaşma, hem para kazanmak isteyen bir işletmeye, iki ayrı çalışma ve proje üretilmelidir. Bu işletme, benimle çalıştığı dönemde “marka” olmayı istemiş, ben de bu yönde kendilerine gerekli çalışmaları yapmıştım. Sonuç olarak yaptığımız çalışmalar karşılığında istediğim sonuca ulaştım, dolayısıyla, işletme de istediği marka değerine ulaştı.

Eski müşterimin elinde yaptırdığı flayerleri görünce, işletme için yapmış olduğum çalışmalarımın, harcadığım mesainin de ne kadar boşa gittiğini görmüş bulundum. O işletmeye kazandırdığım marka değerini alt üst eden berbat bir çalışmaydı. Nerede yaptırdığını sorduğumda, böbürlenerek, her şeyi ile ben ilgilendim, resimleri, yazıları vs. ne gerekiyorsa ben yaptım dedi. Kendin mi, hazırladın yani dedim. Yok canım, iyi bir grafiker var, ben tarif ettim, o istediğim gibi yaptı dedi. Gülümsedim, gerçekten çok güzel olmuş, sen bu işlerden de iyi anlıyormuşsun dedim.

Yeni nesil grafikerlerin hepsi, umarım bu yolda yürümüyordur, yoksa sektörün eski nesilleri olarak, yok olmaktan kurtulamayacağız. Çünkü eski nesil grafikerler yaptıkları işlerin sadece kendilerine ait olmasına özen gösterirlerdi. Şahsen ben öyleyim, benim gibi düşünen birçok eski, nesil tasarımcı da aynı düşüncede olsa gerek…


Ozan Muhammet CANDAN

Herkes bilir seni sevdiğimi..

Herkes bilir seni sevdiğimi,
Kimileri hala inanır, benim gibi,
Kimileri asla inanmaz,
Korkarken kimileri bu aşktan,
Cesurca koşarım yüreğine,
Anlatmamı istese birileri,
Buna gücüm yetmez…

Gecenin bir yarısında,
Şehvetli sözcükler arasında,
Ter içindeyken bedenim,
Ruhum içimde durmaz,
Aşklar kısa sürer derler,
Ben de buna inanmam,
Kısa sürmüş olsaydı,
Hala sever miydim?

Tutsak olmuşken birileri,
Farkında değildir diğerleri…


Ozan Muhammet CANDAN

Hangisi doğru, hangisi yanlış?

Herkes sevilmek istiyor, kocaman sevilmek, delice sevilmek, sınırsızca, sonsuzca sevilmek! Böyle düşünüyordum bir zamanlar ama günümüze göre şartlar azıcık değişti, ne sevilelim, ne sevelim, birazcık eğleşelim durumuna geçiş yapıldı gibi geliyor bana.

Sevginin kıymetini iyi bilir eskiler, yani eskitilenler dersem, daha doğru bir ifade kullanmış olurum…

Delikanlı, hemen arkamdaki sandalyede oturuyor, anlatıyor arkadaşına, ister istemez kulak misafiri olmak durumunda kalıyorum. Önceki gece sabaha kadar delice eğlendiklerinden, bilmem kaç bardak bira tükettiklerinden, kulaklarının hala duymakta zorlandığından filan bahsediyor, o ara dönüp ardıma “evet, kesinlikle haklısın, haydi beni boş ver, tüm kafeterya senin muhabbete ortak oldular” diyesim gelmediyse eşek olayım.

Artık ilişkiler, gürültülü, patırtılı, bol biralı ve ne yaptığını, ne konuştuğunu bilmeden yaşanır olmuş, bunu öğrendim. Adına da, sevmek, sevilmek deniliyormuş, şimdilerde! Sonra da, pişkin bir şekilde oturulur bir kafeteryada, gerinerek ve geğirerek anlatılır. Bu mudur, sevmek, sevilmek, aşk bu mudur?

Oh ne ala!

Kendimi, sevmesini iyi bilen ve bir o kadar da sevilmeye layık gören bir adam olarak, anladım ki bu sevgi, bu sevilmek, böylesi aşklar yaşamak, bana göre değil! Zaten yalnızlığımla birlikte imzaladığım 10.775 günden de bunu anlıyorum.

Gerçek sevgililer hayat doludur, eğlence onların kalplerinin içindedir, müzik oradadır, ses oradadır, aşk oradadır, sarhoşluk onun bakışlarından olur ancak, yuvarladığın bira bardaklarından değil!

Sevmek ve sevilmek işte budur…




Ozan Muhammet CANDAN

Samimiyetsiz bir yaşam...

Nasıl bir yaşam ve anlayış tarzıdır anlamıyorum!
Düşünün bakalım, paylaşımlarınızı, sohbetlerinizi, güldüklerinizi, ağladıklarınızı, haksız mıyım?
Eskiden dostluklar vardı, sıcacık ve samimice, ince belli bardaklardan yudumlanan çay sohbetlerini. Bu sohbetlerde, samimice paylaşılırdı dertler, tasalar, kaygılar ve daha birçok şey. Memleket meseleleri bile, bu sohbetlerde masaya yatırılır, çözüm aranırdı, eş dost, hısım, akraba kim varsa o an yanınızda, her şey konuşulurdu, tartışılırdı. Gerçi, hep büyüklerin dediği olurdu veya öyle olduğu kabul edilirdi ama olsun, sonuçta ciddi bir karşılıklı paylaşım söz konusuydu.
O zamanlar böyle, birçok insanın mutsuz olduğu bir ortam veya dünya da yoktu! Samimiyetle dinlenirdi karşınızda yer alan insanın anlattıkları, kafanızda o insan için çözümler üretirdiniz, çıkış yolları arardınız, konu komşu birleşirdi, birlikte dert ortağı olunurdu yani, derdine çare olmak vardı düşüncelerde.
Bugünlerde önce kendime bakıyorum aynada, sonra yakınlarımda olanlara, hayattan keyif almaz bir yanımız var, bunun yanında mutlu olunamaz gibi bir saplantı içerisinde toplumun çoğunluğu. Sanki birileri bizi, buna inandırmış veya sihirli bir değnekle dokunuvermiş.

Kiminle iki çift laf etmeye kalksan, mutsuz şeylerden bahsediyor, huzursuzluktan bahsediyor, ekonomik nedenleri bu yazdıklarıma katmıyorum bile. Durum böyle olunca da, insan önce kendini sorguluyor, sonra en yakınında yaşayanları. Ne oldu veya neler oldu? Ne yaptılar bize?

Bizler değil miyiz, sürekli güler yüzlü ve misafirperver yanımızla, insanlığımızla ön plana çıkartılan? Turizm çalışmalarında bile, bu yönümüzle her zaman bir adım önde olan bizler, acaba diyorum, kendimizi mi, kandırıyoruz?
Yani aslında mutsuzken, huzursuzken, yabancılara karşı iyi görünmek ve mutluluk pozları vermek gibi bir genetik özelliğe mi, sahibiz? Peki, bizden birisi değil mi, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, diye nasihatte bulunan?
Kendimize karşı bile bir samimiyetsizlik midir, bu yaşananlar?

Ozan Muhammet CANDAN

11 Ekim 2011 Salı

Sıradan günlerin ve gündemlerin üstüne...



Sızıp kalmışım bir kenarda ayyaş düşünceler içinde ve hiç ayılmak istemiyorum, ayılırsam kötü şeyler olacak.

Birçok farkında olmadığım gerçeği, fark edeceğim ve dünyaya kafa tutacağım. Sonunda gözümü bir hastane odasında açacağım, başımda birkaç hemşire olacak, keşke birisinin gözleri renkli olsa ve ben aşık olsam.

O bana bir anne şefkatiyle ilgi gösterirken, ben onu yanlış anlasam...

Kapasam gözlerimi, bulut olsam o andan itibaren, dolansam tüm dünyayı, baksam yukarılardan, kafa tutmak istediklerime.

Sonra gündüzleri güneşlensem, beğendiğim bir tepenin yamacında, sarılsam hayalimdeki hemşireye. Umut koysam adını aşkın, tüm umutsuzlar kadar umut yaşatsam yüreğimde.

Kör düğüm olsam diyorum ardıç ağacının dallarına, sonra dilek tutmak isteyenler bağlasalar renkli iplikleri, esen her rüzgar çeşidiyle, yuvarlansam içi boş bir ceviz tanesi gibi...

Garip bir düşünürün, en garip isteklerini gerçekleştiren perilerle tanışsam gün doğarken, beyaz mı,ten rengi, esmer mi, kumral mı saçları, sarışın mı, gidersem tüm merakımı.

Bağdat caddesinde koşarken, ayağım takılıp düşsem yere ve kanasa dizlerim, çocukluğumu hatırlasam, babamdan işittiğim bir azar gelse aklıma ve ben baba olsam o an, çatılmış kaşlarımı görsem aynada, korksam kendimden, en güzeli baba olmamak...


Ozan Muhammet CANDAN
grafikerler.org

Hesap...


Gitmek mi zor, kalmak mı, karar vermek zorunda olduğunu biliyordu. Tonlarca kararsızlıklar içinde karar vermek, vermeyi denemek bile, cesaret işiydi. Hayallerini yüklediği gemi, kim bilir hangi limanda demirleyip kalmıştı, diğer tüm insanlarda olduğu gibi.

Tüm sevdiklerini yazsa alt alta, toplasa bir araya ve hesabını yapsa olmadıkları zaman dilimlerinin, hüzün dolardı titrek yüreğine. Gözlerindeki yağmur bulutlarıyla baktı, henüz yeni ıslanmaya başlayan, incir ağacının yapraklarına.

Kaç bahar geçmişti yeryüzüne geleli, bunun da hesabını yapmalıydı, buna da cesaret edemedi, korktuğu gelmişti başına, birkaç damla gözyaşı, hiç müsaade istemeden, atladılar yanaklarının üzerine. Tuzluydu gözyaşları, tuzlu olan yaşamı kadar.

Yağmur damlaları düşerken buğulu camların dış tarafına, yanaklarından da yaşlar düştü yüreğinin derinliklerine. İçinde yaşattığı hüzünlü anları düşündü, onlarında hesabı tutulmalıydı.

Dargın olduğu arkadaşları geldi aklına, çoğuna neden kırıldığını bile, bilmiyordu. Anlamsız kırgınlıklar içinde, kırılmış bir yüreğe sahipti. Sonra terk edip gidenleri de kattı, kırgınların arasına, bununda hesabını tutmalıydı.

Her defasında ve her okuduğu kitapta insandan bahsediliyordu, duygusal, akıllı, çalışkan ve düşüneme yetisine sahip insandan. Bu söylenenlerin tümüne sahip olmasına rağmen, neden zordu yaşamak, yaşamları paylaşmak, bunlarında hesabı tutulmalıydı.

İnsan olmak, hesap yapmak mıydı, hesap yapmak, insan olmak mıydı?

Düşündü uzunca bir zaman, ateş oldu, yaktı aklını. Geriye kalan küllerdi, savurdu düşlerinin en kuytu, en sahipsiz sokaklarına.

Karışıktı artık düşünceler, hesap yapmakta anlamsızdı.

Konuşmuyor olsa da sustu, zaten konuşacak olsa, işin içine yeni hesaplar girecekti, yorulacaktı yok yere, ne gerek vardı, onun hakkında hesap yapanlar varken, onun yerine düşünenler, konuşanlar varken, boş yere yorulmaya ve özlem duymaya yarınlara, ne gerek vardı?

Koridora adımladı, aynada burun buruna kaldı kendisiyle, kalabalıkları düşündü, köyleri, şehirleri, denizler geldi aklına, balıklar, kuşlar, savaşları düşündü, kavgaları, çaresizlikleri, çare olmayı başaranları, darlıkları, yoklukları ve varlıkları, derin bir nefes çekti ciğerlerine.

İnsan olmak çok zor bir sanattı…

Ozan Muhammet CANDAN

Selam olsun...

Aradığım yanıtların tümüne, yeni sorular ekleyerek, çoğalıp giden kısır bir döngünün tam ortasında bağdaş kurup, çilingir sofrasından bende nemalanacağım. Tüm kuruntularımı, tahtakurularının sırtına sarmalı diyorum bazen, hiç çekilecek bir adam değilim, sıkılıyorum kendimden.

Adımladığım yaşam merdiveninde her türlü çolpalığa tahammül ettim de, bir kendime tahammül edemiyorum uzun zamandır. Nadiren baktığım kasımpatılarımın susuz olduklarını fark ettiğimde, çoktan son nefeslerini verdiklerine şahit oldum. Şahit olduğum onca keşmekeşliğe meydan okurcasına, kızdım kendime.

Yalancıktan darbecilerin ve darbe vurmaya yeltenenlerin küstahlıklarını izlerken, meydanlarda halk yanlısı olan, sonra halkı kese kağıdı gibi buruşturup bir kenara atanlara küfrettim gece boyu. Takılı kalan eski bir plak gibi veya kafesinde keyifsiz yaşayan papağanca, tekrarladım durmadan.

Alışmaya çalışmaktan çok isyan etmeyi seven bu ruhun, son temsilcisi olmak, zor gelmeye başlasa da, her türlü cezanın, bin kat fazlasını kesecek kadar, yargıç oldum, savcı oldum. Nasıl olsa bu ülkenin en büyük özelliği, ne olmak istersen onu olabilmekti, faydalanmak gerek nimetlerinden diye düşündüm.

Dün söylenenlere, bu gün hayır diyenlerin kurduğu karargâhlarda nöbet kesmekten usandım. Kestirme bir yol bulmalı diye düşünürken, aslında dolambaçlı patikaları kaç kez turladığımı, hatırlamıyorum bile.

Sorumsuzluklara yazılan her kelimeye karşıyken, şimdi sorumsuz bir vatandaş olabilmek geçiyor içimden. Bilinçli, bilen, düşünen, düşünmeyi düşünen kim kaldıysa, hepsine vurulan prangaları yok edecek icatlar peşindeyim.

Yalanlardan ibaret siyasetçilerin, borazancı başı aydınların, yazlık almaktan ibaret hayallere sahip büyük gazetecilerin ve uğur'suz birand’ların, çürütülmüş birer beyin olduklarını keşfetmeye çalışan herkese selam olsun…

Ozan Muhammet CANDAN

Suç ve ceza...

Çok fazla dizi izleyen ve bunları takip eden birisi değilim, çünkü dizi filmler sinemaya darbe vuran çalışmalardır. Ne zaman ki dizi filmler tv’lerin başköşesine geçip oturdu, o gün bu gündür, sinemanın da keyfi kalmadı.

Yüzlerini eskiten artist ve oyuncuların hiçbir değeri kalmadı. Eskiden birkaç sinema filminde rol alıp, yıl boyu geçimini sağlayan sektör çalışanları, şimdilerde aynı kazancı yıl boyu çalışarak ve yüzlerini eskiterek kazanır duruma geldiler. Tabi ki konumuz sektörün son durumu değil ama değinmeden geçemedim.

Efendim, bahsi geçen diziyi bir arkadaşımın beni arayıp haberdar etmesiyle izlemeye başladım. İlk bölümünden bu yana izliyorum ve yeterince gözlem yaptığımı düşünüyorum, o sebeple açıklayıcı bir yazı olacağı kanaatindeyim.

İlk olarak belirteyim, dizide “reklamcı” dendiği için ayaklanmaya, oflamaya, puflamaya gerek yok. Başta sitemizde olmak üzere, piyasada “reklamcıyım” adı altında faaliyet gösteren ve çalışanları bağlamayan, onlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir “reklamcı” dizisinden bahsediyoruz.

Bu tarz, toplumsal değerlerin göz önünde bulunmadığı, milyon dolarların havada uçuştuğu, rantın, kişisel çıkarların ilk sırada yer aldığı bir “reklamcılıktan” bahsediyoruz.

Daha açık bir ifadeyle, her ne kadar dizide “kurumsal kimlik” sözcükleri geçiyor olsa da piyasa reklamcılarını bağlamayan bir kurumsal kimlik çalışmasıdır.

Piyasa reklamcıları veya piyasa reklam ajansları, dizide anlatılan ve bahsi geçen işlerin kaçına imza atmıştır veya atabilir? Hangi reklam ajansı bahsi geçen paralarla işler yapmaktadır? Reklamcılıktan reklamcılığa dağlar kadar fark var ve kimsenin alınmasına, gerilmesine gerek yok.

Dizideki “reklam ajansı” ve orada yaşanan ilişkiler yumağı tas tamam, orada anlatıldığı şekilde işlemektedir. Bunu kim inkar edebilir? Bunun doğru olmadığını söyleyen veya bunun abartılı olduğunu söyleyen, o dünyaya tamamen dışarıdan bakan ve o dünyanın nelerden ibaret olduğunu bilmeyen kişilerdir. Bazı gazetelerde yazıları yayınlanmış olan yazar arkadaşlarımız, nereden bilmektedir o dünyanın gerçeklerini ki, bu diziyi “reklamcılara” uyarlamaktadır?

Ne yazık ki, “üst sınıf” hizmet anlayışı ile hizmet vermekte olan tüm reklam ajanslarında bu ve buna benzer ilişkiler yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Bu kadar rantın ve paranın olduğu hangi sektörde, bahsi geçen değer yargıları ön planda olabilir? Sadece bu sektöre has bir durum değil elbette, rantın ve paranın çok konuşulduğu her sektörde, bu tarz ilişkiler yaşanmaktadır, yaşanacaktır.

Dizi filmin yönetmeni Kudret SABANCI, her nedense toplumsal bir fişlenmeyle karşı karşıya kalmaktadır. Sebep nedir? Sebep yönetmenin yaşanan keşmekeşliği ve pisliği ortaya çıkarması mıdır? Daha önce yaptığı dizi filmlerde ve sinema filmlerinde de bu tarz birçok toplumsal çarpıklığı “kral çıplak” diye haykırarak piyasa sunduğu ve bağırdığı için mi suçlanmakta ve yıpratılmaya çalışılmaktadır.

Efendim çocuklarımız “reklamcıyım” demekten utanır hale gelecektir, kim, kimi kandırma derdindedir? Dürüst olan bir insan her platformda dürüst, namuslu olan insan, her zaman namuslu olmayı başarabilecek güçtedir. Kaldı ki, orada yaşananlar toplum dediğimiz “alt sınıf” insanları hiç bağlamaz ve ilgilendirmez. Burada yönetmeni, senaristi ve yapımcıyı karalamak yerine, kutlamak gerekmektedir. Böyle çarpık ilişkileri gün yüzüne çıkaran bir yapıma imza atıldığı için, şahsen hepsini tebrik ediyorum.

Bu tarz “reklam ajans” hizmeti sunan tüm reklam ajansları büyük güçlere ve paralara sahip insanlardır ve böyle bir gücü karşısına alıp bir dizi film yapmak, bunları deşifre etmek, herkesin harcı değildir.

Kaldı ki bu gerçekle yaşayan bir “reklam ajansı” dünyasından bahsediyoruz. Onlar zaten yaptıklarının yanlış olduğunu, yaşam tarzlarının doğru olmadığını, oralarda çalışanların bu durumları bilerek ve isteyerek bu sektöre girdiklerini çok iyi bilmekteler.

Kimse kalkıp da “reklamcıları” veya “reklam ajanslarını” bu “reklam ajansları” ile aynı kefeye koymaya, namus bekçisi olmaya çalışmasın, isteseniz de o kefeye koyamazsınız zaten çünkü bahsettiğiniz “reklamcılar ve reklam ajansları” dizideki “reklam ajansı” hüviyetine asla bürünemezler.

Sebebi basittir, onların ve onlara iş verecek reklam verenlerin o kadar para ve güçleri yok, bu sebeple "reklamcıyım" demelerinde de sakınca yok...

Ozan Muhammet CANDAN

Sana aşık olabilir miyim?

Merhaba, ben sana, aşık oldum,
—Nasıl?
Aşk diyorum, hani dünyada en değerli olarak kabul edilen, bulduğunuzda sakın kaybetme, diye, sıkı sıkıya tembih edilen şey, aşk.
—İyi ama ne alaka?
Sanırım ben anlatamadım derdimi, sana diyorum, aşık oldum…
—Anladım onu da, ben sana anlatamadım, neden, diyorum?

Birisinin yanına gidip, böyle bir soru sordunuz mu? Alacağınız yanıtın, ne olduğu o kadar önemli değil. Sordunuz mu? Buna benzer bir diyalog yaşadınız mı? Yanınıza gelip birisi, sana aşık olabilir miyim, deseydi? Ne cevap verirdiniz?

Herhalde delirmiş olmalı, diye düşünürdünüz? Oysa izlediğiniz dizilerde, filmlerde konu aşk olunca, gözleriniz dalar gider, orada oynayan erkek/kız, sizin idealiniz olur, aşk ve sevgi idealiniz, gözleriniz buğulanır, kimseler yoksa, gizlice ağlarsınız beklide. Aşk sen ne güzelsin dersiniz, bir kitapçıya girdiğiniz zaman ilk gözünüze takılanlar aşk romanlarıdır. Alırsınız bir tanesini, başucunuzdan ayırmaz ve en kısa zamanda, büyük bir heyecanla okuyup bitirirsiniz, olmadı bir kez daha okur, yakın arkadaşlarınıza da, hem anlatır, hem mutlaka okumasını tavsiye edersiniz.

Aşk, değerlidir aslında tüm insanlar için, dini, dili, ırkı yoktur aşkın. Aşk sınırları deler geçer, kutsaldır, dokunduğu her yürek, bir başka çarpmaya başlar, değişen bir yaşamınız olur. Hayattan keyif almaya başlarsınız, annenizin istekleri, babanızın olmamış bu çay, yeniden demle demeleri, kahvaltıdaki eksiklikler, evdeki noksanlıklar, görünmez gözünüze.

Üstelik karşılıklıysa duygularınız, of, of, of, dokunmasın size kimseler, ayaklarınız artık yere basmaz, uçarak gider gelirsiniz her yere, patronun tafraları, iş arkadaşınızın cakaları, sizi en ufak şekilde etkilemez, ne haberlerle ilgilenirsiniz, ne tur atlayan takımınızla. Unutmadan hatırlatayım, tüm bunlarla, hala ilgilenebiliyor ve ben aşığım diyorsanız, gözden geçirin aşkınızı, bir yerlerde, bir noksanlık var demektir.

Hele bir de cep telefonu icat edildi ki, sormayın, aşk demek telefon demek artık, son zamanlarda. Biiip.. leyerek düşen mesajlar, karşılıklı gülücükler, sözler, kelimeler, günaydınlar, iyi akşamlar, buluşalım mılar, uzayıp giden, yeni bir aşk serüveni ve yeni bir aşk yaşama şekli. Şimdilerde bir de 3G başlayacak ki, eyvah, eyvah, yeni aşklar ve aşıklar çok şanslılar.

Bir de romantik bir seveniniz varsa, oh ne ala, yenilenirsiniz, dünyaya artık, yeni kullanmaya başladığınız gözlükle bakmaya başlarsınız, aşk gözlüklerinizle.

Ne güzel değil mi? Aşk’ı konuşmak yazmak, anlatmak, anlamak. Sanırım, burada en son yazdığım hepsinden daha mühim. Aşk’ı anlamak, herkesin bilmesi ve öğrenmesi gereken bir şeydir, yoksa Aşk’ı bulup kaybetmekten canınız çıkar, yüreğiniz olur bir çöp tenekesi ve siz bir gün gelir “bas,bas bağırırsınız, ben Aşk’a inanmıyorum” diye. Oysa Aşk’a inanmıyorum demek, kocaman bir yalandır ve siz kendinizi kandırarak ne kazanacağınızı ve ne kaybedeceğinizi hesaplayamazsınız.

Ya, eskilerde kalan bir Aşk’ı hayal ederek, gizlice yaşarsınız duygularınızı, ya da olmayan bir sevgili yaratırsınız kendi dünyanızda, onunla paylaşırsınız bir şeyleri. Paylaşırsınız, çünkü Aşk’ı yaşamak zorundasınız ve bunun önüne geçemezsiniz. Aşk’ı yaşayamam, ben aşık olamam, olmamalıyım, gibi yalanlar, belki bir çok arkadaşınız ve dostunuz için inandırıcı gelebilir ve hatta kendinizi bile inandırabilirsiniz buna, fakat bana, bunu anlatamazsınız, anlamam da, inanmam da, inandıramazsınız.

Aşk’sız yaşayacak bir kalp olduğuna inan var mı içinizde? Buna, gerçekten de inanıyor musunuz?

Şu durumda, Aşk’ her insan için, ekmek kadar, su kadar, para kadar ve nefes kadar değerlidir, bu konuda, hemfikir olduğumuza inanıyorum. Farklı düşünenleri önemsemiyorum, çünkü onlar kendilerini kandıranlar grubundan oldukları için, kandırmaya devam edebilirler, benim için hiç mahsuru yok.

Peki, o zaman yukarıda bahsettiğimiz güzellikleri yaşamaktan yana tavrı olan ve Aşk’a beklide, yeryüzünde en çok değer veren toplumlardan birisi olmamıza rağmen, neden Aşksız bir toplumuz? Aşk deyince neden hep aradığımız ve istediğimiz bir şey olduğu halde, buz gibi davranırız? Yoksa sürekli kendini kandıranlardan mıyız? Özümüzde, hiç değer vermediğimiz bir konu mudur Aşk?

Neden dolmuşlarda, vapurlarda, cafelerde, sokaklarda veya herhangi bir yerde oturuken, çatıktır kaşlarımız? Neden çevreye gülücükler saçarak, bu kalbe ev sahipliği yapmak isteyen var mı, diye düşünmez ve bunu dışarıya yansıtmayız? Neden kendimize bu denli haksızlık yapar dururuz? Bu kadar ihtiyacımız olan duyguları, neden görmezden gelmeye çalışırız?

Kime rastlasam, sokakta kimi görsem, ne zaman birileri yanıma gelse, hep yakınılan konu Aşk konusudur. Oldukça uzun incelemelerim ve araştırmalarım sonucu toplumumuzda görünmeyen ama bir derin yara olan Aşk konusunun, neden hep sorun olduğunun, sanırım yanıtını buldum. Olaya dışarıdan baktığım zaman gördüğüm gerçekler, aynen yukarıda yer alan diyalog benzeri durumlar ve oradakine benzer yanıtlar.

Neden?

Bir insan, size aşık olduysa ve gelip bu konuyu size açmış, konuşmuşsa, neden, gibi, çok saçma bir soru, sorulabilir mi? Bizde, maalesef sorulmakta, neden sorulmakta, onu da anlayabilmiş değilim.

Sanıyorum Aşk nedir, öncelikle toplum olarak bunun yanıtını bulmamız gerekiyor. Aşk yaşamımız boyunca hayatın bize belki bir, belki birkaç sefer, al bakalım, buyur diye önümüze atıverdiği sürprizlerden birisidir.

Aşk, köle olmayı kabul ettiğiniz ve esaretine ne zaman ve ne şekilde gireceğinizin belli olmadığı kavramdır. Dur bakalım, sen bana neden aşık oldun gibi bir saçma soruyu, soramazsınız, buna hakkınız yok, çünkü onu anlatamaz karşınızdaki, onu anlatmak için kelimeler yetmez ki, anlatabilsin. Onu anlatmaya iki kelime vardır, gerisi hikayedir, ne kadar anlatırsanız anlatın, anlatımın özü “Aşık oldum” ile sonuçlanacaktır.

Peki, akıllıyız, düşünebiliyoruz, o zaman, neden bu soruyu sorarsınız karşınızdaki aşık insana? Bu, içgüdüsel bir hareket midir, insanoğlu için? Bence değildir, kimseye “neden aşık oldun” gibi, bir saçma soru sormayın…

Aşkın zamanı olduğuna inanır mısınız? Aşkın zamanı olabilir mi? Hay Allah, bugün ben bir aşık olsam, ne iyi olurdu, diyebilir misiniz? Aşkın asla zamanı olmaz ama ciddi şekilde, aşık olmayı isteyebilirsiniz. Peki, istediğinizde bulabilir misiniz? Şanslıysanız bilemiyorum ama sanırım bu çok zor bir ihtimal. Aşkın zamanı yoktur, en hazırlıksız döneminizde, pat diye basar kalbinizin ziline ve siz kapıyı açarsınız, bir bakarsınız ki, Aşk gelmiş ve buyur edersiniz içeriye.

Ne zaman geleceği belli olmayan bu davetsiz misafirinizin, ne zaman gideceği de, hiç belli değildir, küt diye çeker gider ve siz bakakalırsınız ardından. Beklemek ve bekletilmekten hiç hoşlanmadığı kesindir ve bu her iki taraf içinde geçerlidir. Aşık olan insan, sabırlı gibidir ama her an bir sabırsızlık göstererek, gidebilir. Bir başkasına bakması, bir başkasına Aşık olması onun için an meselesidir, anlamazsınız bile. Sonuçta, avuçlarınızda bir çift kelime kala kalır, “hani sen bana aşıktın” dersiniz.

Peki, bu kadar kırılgan, yerinde duramayan ve kıpır, kıpır olan Aşk için, o ilk teklifte neden, diye sormaya, hala kararlı mısınız?

Aşktan korkmayın, aşksız kalmaktan korkun, çünkü aşksız kalmak, kolsuz kalmakla eş değerdir, en azından benim için böyle, ben bir insanım, siz? Demek ki, aramızda o kadar da fark yok, Aşk hakkındaki düşüncelerde.

Belki bazı noktalarda farklı düşünüyor olabiliriz ama sonuçta hemfikiriz.

Hayatın baştan sona bir oyun, bir tiyatro sahnesi, bir sinema filmi olduğunu ve bir gün yeryüzünden çekip gideceğimizi düşündüğümüzde, gerçek olan sizce nedir dünyada?

Elbette ki Aşktır, o kapınızı çaldığında durum müsaitse, lütfen çekinmeyin, açın kapıyı ve bırakın girsin içeriye. Öncelikle kendinize, sonrada Aşk’a haksızlık etmeyin ve gülümseyin, neden, diye, sormayın sakın.

Aşkın nedeni yoktur…

Yeniden görüşmek üzere, hoşça kalın…

Ozan Muhammet CANDAN

Korkmayacaksın!


Aklına bir şey geldiyse, ille de yapacaksın, vazgeçmeyeceksin, tereddüt olmamalı içinde, canın ne istiyorsa onu yapacaksın.

Kış günü dondurmayı mı, özledin? Boğazların şişecek olsa da yiyeceksin, yaz günü salep mi, çekti canın, ağız duvarların yara olsa da sıcaklığından, içeceksin. Ateşin mi yükselecek, bırak yükselsin, başın mı döner, bırak dönsün, ne olacaksa olsun, bulunduğun an’ın tadını çıkartmayı bilecek, bunun keyfini süreceksin.

Millet ne derse desin, sen ısrarla seveceksin, sevmekten korkmayacak, son surat üstüne gideceksin aşkın, her seferinde terk edilen olmayı takmayacaksın kafana, gülümseyeceksin, bu terkedilmişliğin üzerine, öyle bir kahkaha patlatacaksın ki, duyanlar şaşırıp, başlayacaklar gülmeye.

Ağlamayacaksın, ağlamaktan uzak kalacak, bir ağlamaktan korkacaksın hayat boyu, hele erkeksen, asla ağlamayacaksın, bayansan, buna hakkın olsa bile, ağlamamaya çalışacak, buğulanmış gözlerinle gülümseyeceksin. Ağlamak ömür törpüsüdür, unutmayacaksın.

Canın denizimi çekti kışın ortasında, zemheride, paltonu, şapkanı çıkartacak, soyunacaksın, özenle istifleyeceksin bir kenara, atlayacaksın suya, üzerine çevrilen gözlere aldırma sen, onlar çok istedikleri şeyleri, senin yapıyor oluşuna şaşıracaklar sadece. Sana gülerken, aslında seni kıskanıyor olacaklar.

Bağırmak mı istiyor canın, sinemanın ortasında, filmin en alakasız sahnesinde, bağıracaksın çılgınca, en fazla güleceklerdir sana, daha olmadı atılırsın sinemadan, doyamadıysan bağırmaya, endişelenme, başka bir sinemadan yeni bir bilet daha kapacak, avazın çıktığı kadar bağıracaksın.

Koşmak mı istiyorsun, düşeceksin yollara, nefesin tükeninceye kadar koşacaksın, hiç bilmediğin sokaklara dalacak, kaybolacaksın, en hoşuna giden kıza, yolumu kaybettim diyeceksin, çekinmeyeceksin, karşına çıkan adama soracaksın bayansan, korkmayacaksın hayattan ve insanlardan, cesaretli olacak, sınırsızca yaşayacaksın bulunduğun zaman diliminin aralığında.

Düşüneceksin, isteyeceksin, dilediğini yapacaksın, ürkek olmakla, korkmakla çok şey kaybettiğini “mıh gibi çakacaksın aklına” tarihte yaşamış olan kahramanlar da senden çok farklı değillerdi. En az senin kadar korkaklardı, sadece istediklerini yapmayı bildiler, düşündüklerini yazan yazarlar çok iyi yazmıyorlardı, sadece yazdılar, sen de yazacaksın, düşünmeyeceksin nasıl yazılmış, nasıl olmuş, okuyanlar ne der diye, aklına bile getirmeyecek korkmayacaksın, yumacaksın gözlerini, en güzel yazar olmayı bileceksin.

Cebinde paran mı kalmadı, takmayacaksın kafana, dünyalar kadar para senin cebinde olsaydı ne yapacaktın ki, sadece paran olmuş olacaktı, şimdi, yum gözlerini, bir sürü paran olduğunu düşün, Paris’te akşam yemeği yiyemesen de, evine en yakın parkı Paris yapmasını bileceksin.


En ünlü ressam Picasso mu, o diğerlerine göre öyle, sen alacaksın eline fırçanı boyayacaksın sokak duvarlarını, çizeceksin en çok istediğin şekilleri, atacaksın altına imzanı, geçip karşısına gururla bakacaksın şaheserine, ben yaptım diyeceksin gelen polise ve merakla sana bakanlara, bu eser benim diyeceksin.

Atlayacaksın belediye otobüsüne veya vapura, akşama kadar turlayacaksın, kaç tur attığını sayacak, sonra unutacaksın, baştan alacaksın turları, yorulunca, yatacaksın istediğin yere, dinleneceksin bir güzel, bir kedi kadar keyif alacaksın uykudan uyanırken, esneyecek, gerinecek, keyfine varacaksın uykunun ve uyandığın zamanın.

Korkmayacaksın motora, bisiklete binmekten, asıl, korkarsan düşeceğini unutmayacaksın. Korkmayacaksın köpeklerden, köpekler, korkanları ısırır,unutmayacaksın, köpekten daha cesur davranmasını, yeri geldiğinde köpekten daha köpek olmasını bileceksin.

İncitmeyeceksin karıncayı, o sana zarar vermek için yaşamıyor, bunu unutmayacaksın . Karıncalar kadar korkusuz ve cesur olacaksın, gireceksin en ağır yüklerin altına, hızlı değil, yavaş ilerleyecek ama tuttuğunu koparacaksın.

İnatçı olacaksın, vazgeçmeyeceksin hayallerinden, umudunu kaybetmeyeceksin asla, umutsuz kalmak nefessiz kalmaktan daha öldürücüdür, unutmayacaksın.

Adam gibi adam, kitap gibi kadın olmayı başaracaksın hayatında...


Ozan Muhammet CANDAN

Unutulmaz anlar...

Dün akşam dostlarla birlikteydik. Aslında programımda böyle bir buluşma olmamasına rağmen, cep telefonu denen cihazım (hiç hoşlanmadığım bir teknoloji) bağırmaya başlayınca, bakmak zorunda kaldım. İyi ki de bakmışım, sevdiğim tüm dostlar bir araya gelmişler, beni de çağırdılar, sağ olsunlar. Kimler var dediğimde listeyi duyunca eyvah dedim, yine sabahlamak zorunda kalacağız.

Esat’ın evinde buluştuk, yeşil kocaman bir bahçe, yeşilin her tonu, çiçek çeşitlerinin neredeyse hepsi var, cennet bahçesi gibi bir yer yapmış kendisine. Ege’de son üç gündür esen rüzgar insanın ciğerlerini dolduruyor mis gibi yaz havasıyla. Hepsi bekar, ama Esat’ın bekâr olduğuna inanmak neredeyse mümkün değil, bir insan, üstelik erkek adam, bu kadar mı hamarat olur, pes doğrusu. İnsanın şaşırmaması mümkün değil, ev baştan aşağı düzenli ve bir o kadar da güzel tasarlanmış. Hani öyle, çok şaşaalı eşyalar ve lüks aklınıza gelmesin bu söylediklerimden, olabildiğince mütevazı oluşturulmuş bir yaşam alanı.

Refik, Mustafa, Semra, Tuğba, hepsi bir aradalar, Halil Bey’i de çağırmışlar, içimizde en yaşlımız ama en genç yüreklimiz, aşk derseniz onda, sevda, muhabbet, şiir, şarkı ve gitar, tüm güzellikleri yaşatıyor yüreğinde. Üşenmeyip gitarını da getirmiş, almış eline sevgilisini, kapıdan kim girerse başlıyor onun şarkısını çalmaya, ben girerken şarkım söylenmeye başladı “ O yaz” hani Zerrin’in şarkısı, işte o muhteşem şarkı, hele Halil Bey söyledi mi bir başka güzel geliyor kulağıma melodiler ve sözleri. Esat mangalın başına geçmiş, belli ki yine kendine özgü birçok çeşit sunacak bu geceye özel, kendisi Bolu’dan, oranının havasından mıdır, suyundan mıdır, anlamak mümkün değil, ellerinden lezzet fışkırıyor neredeyse. Bir sebzeli mangal çeşidi yapıyor, ben hayatımda görmedim böylesi bir lezzet üretimini.

Yıldızlar gökyüzünde, bizler yeryüzünde yelkenleri fora yaptık, mutlu anların yaşandığı dakikalara ve saatlere, uzandık hep birlikte. Kapıdan girer girmez o muhteşem sevgi sıcaklığını hissediyor insan, sevdiklerini bir arada görünce, mutlu olmak bu olsa gerek diye düşünüyor ister istemez. Ben muhteşem altılı diyorum onlara, yanlarındayken dünyayı kaldırıp bir kenara bırakıyor o muhteşem sohbetin içinde kaybolup gidiyorsunuz. Kahkaha, gırgır, şamata ve muhabbet bitmek bilmiyor, biri bitmeden bir yenisi daha başlıyor sohbetin.

Zamanın avuçlarından kayıp gidişini hissettiğin zaman üzülüyor insan, bir gün dostlardan ayrılacağını düşününce. Hele bir ara “eski dostlar” çalınmaya başlayınca buğulanıveriyor gözleriniz ister istemez. Semra kitap kurdu, bir taraftan salata doğruyor bir taraftan da son bulduğu şiir kitabından bahsediyor, Nejla İnce’nin bir kitabı “ Sevdiğini şimdi söyle” isimli, okudu birkaç sayfa, aldım elinden, biraz da ben göz attım. Sevgiyle dolu bir kitap, gerçekten çok hoşuma gitti, bana hediye etti sağ olsun, bir şiirini yazımın sonunda sizlerle paylaşmak istiyorum, umarım beğenirsiniz.

Mustafa dersen o başka bir dünya, Cem Yılmaz sıfır kalır yanında, öyle yazılmış ve senaryolaşmış türden değil yaptıkları ve konuştukları, kelimeler cebinde değil, hepsi aklında yazılı ve dilediği zaman şak diye çıkartıp atıveriyor ortalığa. Tuğba’nın bir gülüşü var ki sormayın, gülmemek için ağzınıza kilit vursalar, dudaklarınızın patlamasını göze alır, yine de eşlik edersiniz, hayat dolu, sevecen, mutlu olmanın her yolunu deneyen ve mutlu olmayı başaran bir insan. Mustafa’ya Refik de eşlik ediyor Karadeniz fıkralarıyla, gülmekten insanın çenesi düşecek yerlere. En sonunda, arkadaşlar, çekin şunların fişini de sussunlar, yoksa sokaktan geçenler ve komşular bizi şikayet edecekler dedim. Neyse ki araya Halil Bey şarkılarıyla girişler yapıyor da, bizimkiler romantikleşip biraz mola veriyorlar.

Yoksa millet bizi deli sanacak.

Geceyi saat dört gibi kapatabildik, kalkalım dedikten yaklaşık iki saat sonra, yani haydi denildiği zaman, iki saat sonrayı düşünmek gerektiğini anladım yine. Sanki, yarın tekrar istediğimizde, görüşemeyecekmiş gibi ayrıldık dostlarımızla. Orada olan herkesin bildiği bir gerçek var, insanoğlunun, değil yarını, bir dakika sonrasının bile ne olacağı meçhul. Herkes bir matem havasında ayrıldı geceden, tekrar sözleştik, en kısa zamanda birlikte olup yeni geceleri, yeni gülücüklerle ve sohbetlerle renklendirmeye.

Güzel ve unutulmaz bir geceydi ve hayatımın en anlamlı gecelerinden birisi olarak yazdım gönül defterime. İnsan düşündüğü zaman, dostlarının varlığına bile şükretmek yeterli diyor kendi kendine, zaten hayat denen yaşam oyunu, onlar olmasa ne diye çekilsin ki, dostlarım iyi ki varsınız, ömrünüz uzun olsun…


Yukarıda bahsettiğim şiir kitabından, tam bir sevgi, öyle yarım yamalak değil, içten ve samimice…

Bakmaya doyamadığım
Rengarenk cam bilyeler gibi
Dökülür saçılır dağılır
toplayamam

Makas artığı
Kırpıntı kumaşlar gibi duygular
Lime lime ama
Atmaya kıyamam

Başımı koyduğum
Kuş tüyü yastıklar
Taş olur diken olur
Uyuyamam

Bana sevdiğini
Şimdi fısıldayarak söyle
Musallada haykırsan da
Duyamam…

Yeniden görüşmek üzere, hoşça kalın…

Ozan Muhammet CANDAN

Yatak Arkadaşım...

Sabaha kadar deliksiz uyumuştum, keyifli rüyalar gördüm, yataktan çıkmak istemezdim ama yapılacak birçok işim olduğu aklıma gelince, kalktım…

Bakışlarımız ilk karşılaştığında, en az onun kadar şaşkındım. Koca bir geceyi birlikte geçirdiğim yatak arkadaşım, heyecanlı ve tedirgindi. Ağzımdan çıkan tek kelime, titrek bir sesle “merhaba” oldu. Olanca tedirginliğiyle, yatağın diğer ucuna doğru geçip oturdu. Erken kalkmaktan hoşlanmıyordu, fakat işlerim beklemeye gelmeyecek kadar önemliydi.

Durumu açıklamaya çalıştım, arkasını döndü ve protesto etmeye başladı, ne söylesem ilgilenmeyecek bir davranış sergiliyordu. Oysa, insan gece birlikte olduğu birisine, bu şekilde davranmamalıydı. Vefasızlığın bu kadarı beni şaşırttı, beklemediğim bir davranıştı.

Ben, para verdiği ve hayatında ilk kez karşılaştığı bir dilencinin bile sorunlarını dinleyebilen, hayatı paylaşmaktan hoşlanan bir adam olarak, bu tür davranış şekillerine alışık değildim.

Bakar mısın, dedim, fakat umursamadı! Gidip çayı koysam iyi olur diyerek, mutfağa geçtiğim zaman, kapı aralığından yatak odama baktım. Orada olmadığını gördüm, kahvaltılıklarımı masaya dizmeye başladım. Anlaşılan masaya da gelmeyecekti...

Bir bardak çay kendime, bir de onun için doldurup koydum masaya. Tekrar seslendim, oldukça gergindi, bu davete katılımda bulunmayacaktı! Kuru bir inat peşinde olmak, ne kazandıracaktı, hiç anlamadım, ben de ısrarcı olmamaya karar vererek kahvaltımı yaptım.

Üzerimi giyinmeye başladığımda, hala yatakta olduğunu, tembel tembel esneyerek, uyanmaya çalıştığını fark ettim, gülümsedim.

Çıkıyorum, akşama bir isteğin var mı, diye seslendim, yine ses yok! Anlaşılan konuşmamaya kararlı ve beni hiç umursamıyordu. Olsun, o beni umursamasa bile, ben onu önemsiyordum. Ne kadar inatçı ve çekilmez olsa da, sabaha kadar birlikte olmuş, aynı yatağı paylaşmıştık.

Kim bilir, belki bu gece yine birlikte olacaktık, ben isterdim açıkçası, o ne düşünüyordu, bilemiyorum.

Üstelik, birlikte yattığı bu adama böyle yabancı muamelesi yapması çok kanıma dokunmuştu! Sırf kalbi kırılmasın diye, onu incitecek tek kelime bile sarf etmedim.

Banyoya gidip geldiğimde, kaybolmuştu. Anlaşılan bu gece birlikte olamayacaktık, arkadaşım yatağı beğenmemiş olacak ki, hızlı adımlarla tavana tırmandı ve köşe başını kaptı.

Yoldayken aklıma geldi, vefasız olan o muydu, yoksa ben miydim? Karar veremedim açıkçası!

Ne olursa olsun, en azından, güle güle diyebilirdi…


Ozan Muhammet CANDAN

Sakız Hanım...

Sabahleyin erkenden kalkardı, gözlerimi açtığımda beni izlerken yakalardım her seferinde! Öyle hoşuma giderdi ki, seviyorduk bir birimizi…

Kolay değil, onca emek vardı. Bu sevginin ayakta kalması için, karşılıklı özveri vardı. Yeryüzünde, hiçbir şey karşılıksız olmadığı gibi, sevgi de karşılıksız olamazdı, büyüyemezdi bir başına.

Daha dün gibi hatırlıyorum...

Canım sıkılmış bir şekilde dolaşırken, karanlık bir caddede karşılaşmıştık. Gözleri öylesine güzeldi ki, gecenin karanlığında bile, renkleri belliydi, yeşilin en güzel tonuydu. İlk selamı ben vermiştim, öyle şirin, öyle sevimli, öyle güzeldi ki, o an, bu birlikteliğe evet demiştim, hiç düşünmeden.

Sanırım, aynı duygu ve düşünceler onun için de geçerliydi. Kırmadı beni, gezdik bir süre, dolaştık sarmaş dolaş, tüm sokakları. Sonra, acıktık ve bir köfteciye gittik, bana yarım ekmek, ona da bir porsiyon köfte ısmarlamıştım, ne çok beğenmişti o köfteleri, hiç unutmam.

Zamanla, alçak gönüllü ve her şeye razı bir karakteri olduğunu keşfetmiştim. En çok bu yönünü sevmiştim aslında. Bazen şımardığı olmuyor değildi ama belli sınırlar içerisinde oluyordu şımarmaları ve asaletinden hiçbir şey kaybetmiyordu.

Hiç unutmam, bir Pazar sabahı, yine erkenden uyanmıştık. Önce kendimize gelmeye çalışıp, sonra bir güzel esnemiştik karşılıklı. Yeşil gözleriyle, göz bebeklerime bakarken, bakışlarından bana olan sevgisinin büyüklüğünü, doyasıya hissettirmişti. Öyle kaprisleri ve takıntıları yoktu bu sevginin, tamamen doğal, içten ve samimice duygulardı.

Birlikte mutfağa gidip, dolabın kapağını açtığımda, dolapta yiyecek adına hiçbir şey olmadığını görünce, ikimizde çok şaşırmıştık. Neyse ki, imdadımıza, kıyıda kenarda kalmış olan makarna yetişmişti. Sabahın köründe, makarna yemek bile keyifli gelmişti her ikimize de.

Kaç gün olmuştu eve kapanalı, tam olarak bilmiyorum ama uzun zaman olduğu kesindi. Sadece arada bir canı çok sıkılınca gezmek istiyordu ve dolaşıp geliyordu. Her gelişinde sımsıkı sarılıyorduk bir birimize! Sanki, o kısa zamanlı ayrılıklar, koca bir ömür gibi geliyordu her ikimize de...

Hasret böyle bir şey, sevgi bu olsa gerek derdim, her seferinde kendi kendime...

Uzun bir zaman sonra, ilk kez çalıyordu kapımızın zili, çok şaşırmıştık. Zile basan, İngiliz komşumuzdu. Biraz sohbet ettik oradan, buradan. Sonra, neden geldiğini anlattı bana. Benim kadar, ev arkadaşımın da şaşkın bakışlarla komşumuza baktığını gördüğümde, anladım ki, haberi yoktu böyle bir durumdan.

Fakat ortada, bir gerçek vardı, bizim bu güzel birlikteliğimizin yürümesi gerçekten de zor gibiydi. Bazen evden çıktığımda, iki, üç hafta uğramadığım zamanlar oluyordu. Açıkçası bu birliktelik, şu an için güzel ve her şey yolunda gidiyor gibi görünse de, bir gün ayrılık kaçınılmazdı.

Komşum, arkadaşıma çok iyi bakacağını ve asla onu üzmeyeceğini ve dilediğimiz zaman yine birlikte olabileceğimizi söylüyordu. Gözlerine baktım, yeşil gözlerinde bir hüzün bulutunun dolaşmakta olduğunu gördüm. Fakat, hangi ayrılık mutlu bir süreç içinde gerçekleşmişti ki, bu ayrılık güzel olsaydı.

Önce kucaklaştık bir güzel ve durumu anlattım. İçinde kopan fırtınaları, yüreğimin en derin noktalarında hissedebiliyordum. Kalp atışlarını duyabiliyordum. İkimiz içinde, en güzel seçenek buydu ve olmalıydı, ayrılık kaçınılmazdı.

Arkadaşımın yabancı dili yoktu ama komşum gereğini yapar ve dil konusunu aşabilirlerdi. Zaten ortada sevgi olduktan sonra, dile ne gerek vardı ki. Komşuma, bize biraz zaman vermesini söyledim.

Birlikte saatlerce konuştuk birlikteliğimizi, iyi günlerimizi, kötü günlerimizi, mutlu anlarımızı, anılarımızı....

Çok olgun karşılamıştı bu durumu. Beni oldukça şaşırtmıştı ama bu zaten onun en büyük özelliği, değil miydi? Yine kendine yakışanı yapmış, en ufacık bir serzeniş içerisine girmemişti.

Birlikteliğimiz biterken bile, bana karşı olan bu saygılı ve seviyeli tutumu gözlerimin dolmasını sağlamış, birkaç damla yaş süzülüvermişti yanaklarımın üzerine.

Gizlice sildim, görmesin istedim bu hüzünlü halimi.

Teselli vermek için, İngiliz vatandaşı olacaksın, sınıf atlayacaksın, üstelik onlar sana, benden çok daha iyi bakabilirler ve üstelik İngiltere’ye bile gidip geleceksin dedim. Oralarda birçok arkadaşın olacak ve beni bile unutacaksın, dedim.

Bu sözlerim belli ki, kırmıştı onu, incitmişti! Kalktı oturduğu yerden ve kapıya yöneldi. Son kez kucaklaştık, yeşil gözlerine baktım, gizlemeye çalışsa da, o da ağlamıştı, son kez bakıştık ve komşumun ziline bastım.

Ona çok iyi bakmasını tembihledim, gereken özeni göstereceğine dair söz verdi bana ve ayrıldık, Sakız hanımla…

Sonraki haftalarda ve aylarda bir daha karşılaşmadık kendisiyle, çünkü tahmin ettiğim gibi, İngiltere’ye gitmişlerdi.

Yaklaşık bir yıl sonra karşılaştığımızda, büyümüş ve anne olmuştu ve üstelik iki tane de kendisi gibi çok güzel bebeği vardı yanında.

Sakız olan isminin de, Famous olarak değiştiğini, boynunda asılı olan kolyesine baktığımda fark ettim…

Beni tanımayacağını düşünmüştüm ama o güzelim gözlerinden anladım beni unutmadığını! Sarıldık hasretle, o da anlattı kendince yaşadıklarını, mırıldanarak, belki İngiltere’yi anlattı, belki de, evliliğinden ve çocuklarından bahsetti.

Mutlu olduğunu gördüğüm için, çok sevindim, mutlu olmak için ille de, bir arada yaşamak, dokunmak ve görmek gerekmezdi ki, hissetmek yeterliydi…


Ozan Muhammet CANDAN

İlk aşkım...


Aşk konusunda yazmaya bayılıyorum, konu aşk olunca zihnim açılıyor ve tüm hücrelerimde yazmak adına ne kadar kelime varsa sağa sola koşuşturuyor. Bu kelimeyi ne zaman duysam, ilk aşkım'ı hatırlarım...

.....

Size birisi "Aşk" deyince aklınıza neler geliyor? Ne düşünüyorsunuz? Aklınıza ilk gelen nedir? Sevgili mi? Hayat arkadaşı mı? Anneniz mi? Babanız mı? İlkokul aşkınız mı? Yoksa ömrünüz boyunca karşılıklı atışıp duracağınız bir baş belası mı?

Hangisi sizin için geçerli, bunu bilmiyorum elbette ama herkesin unutamadığı çok özel bir aşkı, saklıdır yüreğinde.

Cenneti görmedim, nasıl olsa görenler de yok yeryüzünde. Fakat herkesin gözünde cennet bir başka şekilde canlanır ve o canlandığı şekilde hayal edilir. Benim için o “cennete kavuşmak kadar” önemliydi, istiyordum.

Yaşım henüz küçüktü, ilkokul beşinci sınıftaydım ve okul yeni tatile girmişti. Gelecek yıl artık büyüyecek ve ortaokul sırlarındaki yerimi alacaktım. O döneme ait hatırladığım tek şey var, muhteşem bir güzellik ve yüreğimde ona karşı taşıdığım sevgi. 

Aileme konuyu ilk açtığım zaman, babamın gözündeki çaresizliği ve annemin gözlerini, gözlerimden kaçırışını hiç unutamam. 

O gece hayatımın ilk hayal kırıklığını yaşamış olmam ve isteğimin kibarca reddedilmesi, benim bekli de, ilk psikolojik buhranları yaşamama neden olmuştu. Tüm dünya başıma yıkılmışçasına kötü şeyler hissediyordum, bir yol bulmalıydım aşkıma kavuşmak için. Sabah olmak bilmemiş ve ilk kez duvarların üzerime gelişlerine şahit olmuştum. Sonraları birçok kez bundan daha kötü gecelerim de olmadı değil, onları da zamanı geldiğinde paylaşırız.

Sabaha karşı uykusuzluktan olsa gerek derin bir uykuya dalmışım, annemin “kahvaltı hazır, uyan artık, demesiyle” kendime geldim, yüzümü yıkayıp, kahvaltı sofrasına oturdum. Önceki gece yaşananlar, sanki hiç yaşanmamış gibi davranıyordum, belli ki, ailem de konunun unutulması taraftarıydı, yumurtaların tüm sarıları bana verilmişti. Kahvaltımı yaptıktan sonra bahçeye çıktım, bulunduğumuz yer küçük bir Anadolu kasabasıydı ve yapacak çok fazla bir şey yoktu.

Rutin oyunlarımız vardı arkadaşlarımızla, çelik çomak tarzında ve futbol, o elimizde taşırken yorulduğumuz, üzerinde kaç adet yama olduğu bile belli olmayan ama peşinden koşturup durduğumuz “ içli, dışlı” futbol topumuz, o dönemde böyle isimlendiriyorduk. Bazen de toplanır, kasabanın dışında yer alan “bostanlık” olarak isimlendirilen yere giderdik yürüyerek, aramızda birisi vardı “aşkımla beraber” en önden oraya giden..

Salih, kasabanın en varlıklı ailelerinden birisinin çocuğuydu ve benim aşık olduğum biriciğim, sadece onun yanındaydı. Güzeller güzeli “Pinokyo, bisiklet”

Salih, arada bir aşkımla buluşmama izin veriyor, fakat babasının kimseye vermemesi konusunda ki telkinlerini de kulak arkası yapamıyordu. Ne de olsa o güzelim “Pinokyo” ona aitti.

O gün bir karar vermiştim, benim de bir “Pinokyom” mutlaka olmalıydı. Ne yapmak gerektiği konusunda uzunca düşündüm ama yapabileceğim çok fazla bir şey olmadığına karar vererek, umutsuzluğa kapıldım.

Sonra, kasabanın meydanına doğru yürümeye başladım, birden dikkatimi karpuz kamyonu çekmişti, birisi yukarıdan karpuzları atıyor, aşağıda duran da alıp yere sıralıyordu. Evet, bunu ben de yapabilirdim, hemen çalışanların yanına koştum, bende çalışayım mı, dedim. Adam bir bana baktı, sonra yukarıdaki arkadaşına, bu çocuk da çalışayım diyor, çalışsın mı, dedi. O an oradaki adamın ağzından çıkacak kelime benim için öyle büyük bir önem taşıyordu ki, anlatamam, sanki mahkeme karşısındaydım, idam edilsin mi, yoksa affedilsin mi, diye bekleyen mahkumlar kadar heyecanlıydım.

Tamam, çalışsın, kararı çıktığında, dünyalar benim olmuştu. Hemen işe koyuldum, attıkları her karpuz beni öylesine sarsıyordu ki, fakat hiç umursamadan işime devam ettim, yaklaşık iki saat kadar sonra kamyon boşalmıştı. Ben de, deyim yerindeyse, üzerinden koca bir tır geçmiş kadar yorgun düşmüştüm.

Sonra, iş arkadaşlarım kendi aralarında konuşup, bana ne kadar vereceklerini kararlaştırdılar, işte, hayatımın ilk parasını çalışıp kazanmış ve avucuma almıştım. Tekrar ne zaman karpuz geleceğini sordum, ne zaman geleceği belli olmaz, sen arada bir bak, arabayı görürsen, gel hemen dediler. Onlarda, bende ki çalışma azmini keşfetmiş olmalıydılar, belki de bu hoşlarına gitmişti.

Yanlış hatırlamıyorsam, babamın bana verdiği, iki haftalık harçlığa eş değer bir paraydı kazandığım. Tüm yorgunluğum bir anda kaybolmuş, kuş kadar hafiflemiştim. artık her gün kontrol ediyor, karpuz kamyonlarını gördüğümde mutluluktan uçuyordum, benim bir işim vardı ve "aşkıma" kavuşmak için çok çalışmam gerekliydi. Fakat buradan kazandıklarımla aşkıma kavuşmak, çok da kolay değildi. Çünkü biricik aşkım, kazancıma göre oldukça pahalıydı ve benim daha çok kazanmam gerekiyordu.

Karpuz kamyonları her gün gelmiyor, fakat benim her gün mutlaka kazanmam gerekiyordu. Bu küçücük kasabada yapacak başka işler mutlaka olmalıydı. Sonra “kıraathaneler, kahveler” dikkatimi çekti. Çok güzel iş yapıyorlardı, boş olan köylüler vakit geçirmek için sürekli oralarda takılıyor, oyun oynuyorlardı. İş için gittiğimde yeni bir hayal kırıklığı yaşamıştım, yaşın küçük seni kahvede çalıştıramayız, demişlerdi. Akşam yatağımda uzanmış düşünürken, kasabanın çay bahçesi aklıma geldi.

Ertesi sabah erkenden kalktım ve doğruca parka gittim. Çay ocağında duran kişiye, çaycılık yapabileceğimi söyledim. Daha önce yaptın mı ki, diye sorulduğunda, hayatımın en önemli yalanını söylemek durumunda kaldım. Hiç yapmamış olamama rağmen cevabım, “evet” olmuştu. Biraz yüzüm kızarmış olsa da, aşkıma kavuşmak için söylemiştim bu yalanı. Kaldı ki, çay taşımanın nesi zordu ki, tamam dedi ve işe alındım.

Akşam saat on yediye kadar çalışacaktım, öyle anlaştık. Fakat bir sorun vardı, karpuz kamyonları geldiğinde nasıl gidecektim, patronuma bu konuyu da söylemem gerektiğine karar verdim. Patronum ilk önce kabul etmedi ama böyle ucuz fiyata çalışacak başka bir eleman bulamayacağını da düşünmüş olsa gerek, tamam, karpuz kamyonu geldiği zamanlar gidebilirsin, dedi. Bu beni çok mutlu etmişti, çünkü haftada iki üç gün çifte yevmiye kazanacaktım.

Yaklaşık on beş gün kadar çalışmış ve üstelik aileme de bu konuda hiçbir şey hissettirmemiştim. Sadece annem, bendeki o müthiş yorgunluğu, çok koşturmama ve top oynamama bağlıyor, o yönde nasihatler ediyordu. Oysa ben uzun zamandır top oynayamıyordum, çünkü aşkıma kavuşmak, top oynamaktan daha mühimdi. Kazandıklarımın bir kuruşunu bile harcamıyor, her gece gizlice sayıyordum.

Artık öyle bir hale gelmiştim ki, nerede iş varsa hemen koşturuyordum. Bir gün buğday boşaltan bir ihtiyar görmüştüm iş dönüşünde, ona da, çalışabilirim istersen dediğimde, az gülmemiş ve ne kadar vereceğim, diye sormuştu. Ben de ne verirsen ver, çalışırım demiştim. O buğday tozunun kaşıntısı, bana epeyce bir çile çektirmişti ama ihtiyar bana o güne kadar kazandığım en güzel parayı vermişti.

Yaklaşık bir ay dolduğunda ben gece gündüz çalışmaktan ayakta duramayacak duruma gelmiş ve yatağa düşmüştüm. Bir an evvel kalkmak ve çalışmak durumundaydım, üç günüm yatakta geçmişti, bu büyük bir kayıptı, belki yattığım günleri de para kazanarak geçirebilsem, aşkıma daha çabuk kavuşacaktım. Çünkü daha, çok eksiğim vardı aşkıma kavuşmak için. Paralarımı bir kez daha saymaya karar verdiğimde, annemin odaya girmesiyle deşifre olmuştum.

Anneme durumu anlattığımda gözleri dolmuş ve seninle gurur duyuyorum oğlum diye yanağımdan öpmüştü. Sonra akşam aile meclisi toplanmış ve bu durum konuşulmaya başlamıştı, babam önce çok kızmasına rağmen, sonra kucaklamış ve sen yat ve iyileş, şimdi paralarını da, bana borç ver olur mu, dedi. Ben de, çaresiz kabul etmek durumunda kaldım. Zaten rahatsız olduğum için olsa gerek, uyuyup kalmışım.

Annemin sesiyle uyandığım zaman saat kaçtı hatırlamıyorum, annemin sesiyle birlikte, bir de zil sesi duymuştum. İnanılır gibi değildi, bu aşkımın sesi miydi? Yoksa, ben artık hayal mi görmeye başlamıştım. Evet, bu aşkımın sesiydi, hemen fırladım yatağımdan ve kapının önünde, babamın ellerinin arasında “o güzelim kırmız rengiyle” aşkımı gördüm, babam ve aşkım bana gülümsüyorlardı.

Belkide dünyada yaşadığım, en mutlu anlardan birisiydi benim için, bir çırpıda kaptım babamın elinden ve aşkıma kavuştum.

Ne kadar dolaştığımı, daha doğrusu kasabayı kaç kez turladığımı hatırlamıyorum, fakat hatırladığım en önemli şey, arkamdan koşturan kasabalı çocukların, hayran bir şekilde beni takip etmeleriydi.

O yaz hafızamdan asla silinmedi, çünkü “inanmak ve başarmak” adına ilk adımımı atmış ve bunu başarmış olmakla da kendimi keşfetmiştim. İnandığın bir şey nasıl gerçeğe dönüşebilir, bunu bizzat yaşamıştım. Ben aşkıma kavuşmak için gerekeni yapmış ve çalışmış, sonunda da ona kavuşmuştum.

İnandığınız sürece, çocukta olsanız, yetişkinde olsanız, amaçlarınıza mutlaka ulaşırsınız. Siz sadece hayal edin, isteyin ve çalışın, gerisi zaten gerçekleşecektir…



Ozan Muhammet CANDAN

İyi geceler...


Bir merhabayla başlar tüm serüvenler,
Hoşçakal ile son bulur...

Kaç vapuruyla geçiyorsun karşıya?
Saçlarını hangi renk yaptın bu bahar?

Tam alıştım sanırken yokluğuna,
Göz ucumda dalgalar,
Seni getiriyor aklıma!

Kaç zamandır yoksun?
Nasıl sildin beni yüreğinden?
Nasıl başardın...

Gecenin karanlığına karışıyor gibi,
Her akşam üzeri batıyor gibi,
Dudaklarımda tütüyor gibi,

Çoğu zaman anlamsız,
Bir o kadar da anlamlı...

Sen nasıl bir şeysin?
Gün müsün?
Gece misin?
Siyah mı, yoksa beyaz mı?
Nesin sen?

...

Günahsız bir melek mi?
Uslanmayan şeytan mı?
Kimsin?
İsyan mı?
Öfke mi?
Ver yansın ediyor musun?
Ara sıra,
Benim gibi...

Ama...

...biliyorum, geçmişi yaşamaz,
Geleceği düşünmez,
Kadir kıymet bilmezsin...

...uzaktasın,
Bilinmezlerde,
Şimdi kim bilir, neredesin?
Saklı bahçede mi?
Pierre loti'de mi?
...

İyi geceler...


Ozan Muhammet Candan

Eski...


...bir kez daha ve sesizce yüklendi tüm sorumluluğu, adımladı parke taşlarla döşenmiş yolda,
Başını yukarı kaldırdı, karanlıktı gökyüzü, sessizdi, ölüm gibi...

Düşünmezdi,
Takmazdı kafasına, umursamazdı ayrılıkları,

Oysa şimdi...
... yaş ilerlemişti

...son bir liman olarak sığındığı,
Belki de, hiç gelmemesi gereken yerdi,

Duygular, düşünceler...

Yaşam...
İşte böyle birşeydi,
Beklentileri, salıvermek boşluğa,
Nereye gittiğini, bilememek,

Unutmak, unutulmak,
Sevgiyi, aşk'ı, umutları,
Eskitmek...

Olur muydu?
Değişir miydi?

Yani...
Eskisi gibi...

Eskiden kalma, ne vardı ki,
Karombole yaşanan aşklar,
Sorumsuzca tüketilen sevgiler...

...şimdi,
Yeni bir eski zamanıydı...

Zaten şimdi,
Eski değil miydi?

Az önce...
Biraz önce...
Geçmişte kalmamış mıydı?

Bir kez daha, eskimemiş miydi, eskitilmemiş miydi?

Eskimek...
Acı verici,
Bir okadar yıkıcı, yakıcı ve yıpratıcı,

Eski demek...
...yani
Tükenmek, bitmek, yok olmak...
Sonra düşünürken, mazideki sevgiliyi,
Bahsederken, gözlerinden, saçlarından,
İyi kötü huylarından,

Duraksamak...
... ve eski demek, her cümlenin başlangıcında...

Her başlangıcın, muhtemel sonucudur eskimek...



Ozan Muhammet Candan

Yalnızlığın anatomisi...

Gecenin ortasından geçen, deli bir fişek olmak,
Sonra hız kesmek ve olduğun yere yığılmak...

Susukunluğum,
Kırgınlığım,
Usanmışlığım,
...yangınlığım,
ve...
Yanılgılarım...

Kendimce sorunlarım,
Sorguladıklarım,
Kalemini kırdıklarım,
...kendimce

Varlığımın isyanına,
Yokluğumu katıyorum,
Buharlaşan duygularımı,
Cama üflüyorum,
Buğulanmış bir benliğin üzerine,
Ne yazılabilir ki...

...sabaha daha çok,
Biliyorum,
Birazdan elektrikler de gider,
Durmaz bizim buralarda, yağmuru gördü ya...

Tıpkı, çok sevildiğini anlayınca,
Çekip gidenler gibi...


Gölgelerin bile hüzünle dinlediği
Yalnızlığın melodisini dinlemek,
Karartılmış bir odanın, köşesine çekilmek,
Kocaman sanırken kendini,
Küçücük kalmak...

Güçsüz,
Çaresiz,
Amaçsız ve...
Gayesiz...

Umut ekmek,
Nadasa bırakılan yüreğe,
Beklemek baharı,
Yeniden,
Yine beklemek,
Kolay mı?

Sonra...

Sonrası,
... hasat zamanı...

Yeni bir hayal kırıklığı,
Yeni bir yıkılış...

Var olmak adına çabalarken,
Her türlü sonuca gebedir yaşam...





Ozan Muhammet Candan

Kadın aşktır...

Var olmanın nedeni ve yaşamın anlamı, satır, satır yazdığımız hayat romanının her sayfasında olmasa da, birçoğunda o vardır. Nezakettir, huzurdur, erkeğin güçsüz yanlarının, en güçlü noktasıdır.

Gözlerimizi dünyaya ilk açtığımızda, huzurla sokulduğumuz ve güven duyduğumuz tek varlıktır, o yokken, anlaşılır varlığının kıymeti, duygular boşunadır.

Ağlaması, gülmesi, şefkati, kavgası, gürültüsü, olur olmazları ile yaşamın ta kendisidir. Evin direği denir erkeklere ama asıl direk ondan başkası değildir. Yaşamın her alanında, elinin dokunduğu her yerde, bir güzellik, bir zarafet saklıdır.

Sofranın tuzu biberidir, onunla güzeldir kuru bir ekmek dilimi, onunla daha bir lezzetlidir boş kahvaltı sofrası. O varsa, her şey tamamdır, noksanlık aramak beyhudedir erkeğe, çekilmez olduklarını düşünse de arada bir, aslında onun yokluğudur, erkeğin kafasını dolduran. Nasıl ki, varlığıyla boş bir hayatı dolduruyorsa, yokluğuyla dolu bir hayatı, boşaltacak kadar güçlüdür.

Gülümsemek denen o anlamsız yüz hareketi, onun sayesinde güzellik kazanır, gülmek en çok ona yakışır, gülümsediğinde hayatı değiştiren, mutluluğa yön verendir.

En güzel şiirlerin, romanların, dizilerin, filmlerin başrol oyuncusudur. Onunla ilgilidir aşk’lar, sevgiler, ayrılıklar.

O olmasaydı, aşk olmazdı, aşktır hayatı besleyen, yaşamı güzelleştiren, kadın aşktır, aşk kadındır…

Hayatın gerçek anlamı olan, tüm bayanların “ kadınlar günü” kutlu olsun…



Ozan Muhammet Candan

Ayrılığın hesabı...

Kocaman bir yalan, sensizliğe alıştığım,
Şimdilerde, aşk’ı yargılıyorum…

Uykusuz düşlerimle,
Her gece mi, yanacağım?
Sonu yok mu, bekleyişlerin,

Yokluğunun, senaryolarını mı, yazacağım?
Kırık dökük düşlerimi...
Müsadenle, topluyorum,
Alışkın olmadığım bir şey…

…göğüs kafesimin, iç duvarları gibisin,
Kalbime dolanan, bir esaret zinciri…

Umurunda mıyım?

Sen…
Tek mevsimlik bir yaşamın,
Yazı, kışı, baharı…

Az bilirdim,
…ne kadar çokmuşsun!
Vazgeçmek,
Ve unutmak için,
Öylece kalakalmak,

… Hiç hazır değilim!


Kalbimin dayanacağı acılar vardır,
Bunlardan biri, yokluğun değil!

Gidişlerinden,
Yokluğundan daha çok,
Kendimden nefret etmekten korkuyorum!

Gece yarısıydı,
Aşkımız ipin ucunda duruyordu,
Sadece ben değil,
Yıldızlar ağlıyordu!

…bilirsin işte,
Zor bir durum, anlayacağın,
Garip bir sessizlik…

Ayrılığın hesabını; çekip gidenler değil, geride kalanlar tutar!


Ozan Muhammet CANDAN

Özgürlük

  Önce kocaman bir yürek taşıyacak Sonra uğrunda savaşacaksın, Sende yoksa o yürek Boşuna sesini yükseltip bağırmayacaksın! Bu yol bildiğin ...